17 Ocak 2008 Perşembe

Yeni İnfaz Yasası

Yıldırım Türker

Ceza ve Tedbirlerin İnfazı Hakkında Kanun Tasarısı, kapımızda. Yangından mal kaçırır gibi hazırlanmış; çöken infaz sisteminin yanlışları üstüne inşa edilen bu tasarının geri çekilmesi gerekmektedir. Bu tasarının, tutuklu ve hükümlüler ile ailelerinin, her derece ve görevdeki infaz personelinin, hukukçuların, hekimlerin, mimarların, insan hakları savunucularının ve genel olarak kamuoyunun değerlendirmesine sunulmadan yasalaşması beraberinde büyük felaketler getirecektir.
Bugün, yerim elverdiğince, dilim döndüğünce bu tasarının okumasını yapmaya çalışacağım.
Ülkemizde infaz rejiminin disiplin hukukuna ilişkin düzenlemelerinde mahkûm hakları idarenin tasarruf alanına terk edilmiş, koruyucu denetim araçları yaratılmamış ve bu da insan haklarına aykırı uygulamaların yolunu açmıştır. F tipi cezaevlerine sevk amacıyla yapılan şanlı 'Hayata Dönüş' operasyonlarından sonra infaz rejiminin denetimi amacıyla getirilen 'İnfaz Hâkimliği' ve 'Cezaevleri İzleme Kurulları' gibi kurumlar, uygulamada olumlu bir gelişmeye neden olamamıştır. Mahkûm haklarını güvence altına almadan böyle kurumlar yaratılırsa elbette süregelen zulmün meşrulaştırılması dışında bir işlevleri olamayacaktır. Olmamıştır da.
Yeni tasarının yaklaşımı, suçlunun hak ve özgürlüklerini hiçe sayan, onları her an geri alınabilecek birer ödül olarak gören bir sindirme politikasını yerleştirmeye yöneliktir.
Tasarının temel felsefesi, 6. maddede açıkça belirtilmiştir: Hükümlünün iyileştirilmesi!
"...üretken ve kanunlara, nizamlara ve toplumsal kurallara saygılı, sorumluluk taşıyan bir yaşam biçimine uyumunu kolaylaştırmaktır."
Böylelikle cezanın 'özgürlükten yoksun bırakmaktan ibaret' olmadığını, suçun uzmanlar tarafından sağaltılacak bir hastalık olduğunu öğrenmiş oluyoruz.
Oysa infaz sırasında suçlunun eğitimi ve ıslahı için yaratılan araçlar, mahkûm açısından bir HAKTIR. Bu araçların ikinci bir cezaya dönüştürülmesi, mahkûmun zorla 'iyileştirilmesi' gereken bir denek olarak algılandığına işaret eder.
Yine yeni tasarıda, sıkı güvenlikli kapalı ceza infaz kurumu başlığı altında 10. maddede yapılan düzenleme ile F tipi cezaevlerinde uygulanan infaz sistemi diğer suç türlerini de kapsayacak şekilde uygulama alanı bulmaktadır.
F tipi cezaevlerinde, mahkûmun kimlik ve kişiliğinin yok sayıldığı, tüm ilişkilerin emir-komuta zinciri içinde oluştuğu 'Tredman' denilen zorla 'iyileştirme' programının tavizsiz dayatıldığı ağır bir infaz rejiminin hâkim kılındığını biliyoruz.
Şikâyetsiz katlanacaksın
Hükümlünün yükümlülüklerine yönelik 24. madde şöyle: "Hükümlü, hürriyeti bağlayıcı cezanın yerine getirilmesine katlanma ve bu amaçla düzenlenen infaz rejimine uygun tutum ve davranışlar içinde bulunmakla yükümlüdür. Hükümlü, Ceza İnfaz Kanunu'nun güvenlik ve iyileştirme programlarına tam bir uyum göstermekle yükümlüdür.
Her ne amaçla olursa olsun, bilerek kendi yaşamlarını ve bedensel bütünlüklerini tehlikeye düşürecek eylemlere girişmeleri cezanın yerine getirilmesine katlanma yükümlülüğünün ihlali sayılır."
Açlık grevlerine karşı çaresizce geliştirilmiş olduğu anlaşılan bu maddenin çağdaş hukuk anlayışı açısından bir anlamı olabilir mi? Hükümlünün kendi bedenini sağlıklı tutma yükümlülüğünün hukuki karşılığı ne ola? Katlanma yükümlülüğü denilen şeyin, mahkûmun bu kuralları benimsemesi, sevmesi, güle oynaya bedenini sağlıklı tutması anlamına geldiği anlaşılıyor. Dolayısıyla ola ki tredman uygulamasından hoşnut değil ve bu da cezaevi idaresi tarafından tespit ediliyor, demek ki söz konusu mahkûm, katlanma yükümlülüğünü ihlal etmektedir. Antalya Barosu'nun
İnsan Hakları Merkezi'nin raporundan okuyalım: "Hukuk devletinde, 'Cezanın yerine getirilmesine katlanma yükümlülüğü' gibi bir kavram yoktur. Modern ceza hukukunda, suç ve ceza politikalarının temeli olan 'kanunilik ve şahsilik' ilkesinin doğal sonucu olarak, suç teşkil eden fiiller ve bu fiillere öngörülen cezai sorumluluk sınırları ve yaptırımları açıkça tanımlanır. Yaptırımın uygulanması alanını düzenleyen infaz rejimi de, cezalandırma tekelini elinde bulunduran gücün, ceza normunu ihlal eden birey üzerindeki etkisini ve bu güç kullanılırken, gücü kullananın (devletin) uymakla yükümlü olduğu ilke ve kuralların saptandığı hukuk alanıdır. Bu gücü bedeninde hisseden bireyin artık, bu yaptırımdan memnun olup olmadığının hiçbir hukuki önemi olmadığı gibi bireye ayrıca bu cezaya katlanma yükümlülüğü getirmenin de ilk başta hukuki bir anlamı yok gibi gözükmektedir."
Birleşmiş Milletler, mahpuslara karşı davranışlara dair temel ilkelerin 1. maddesi, "Bütün mahpuslara, doğuştan sahip oldukları insanlık onurunun ve değerin gerektirdiği saygıyla muamele edilir" diyor.
Ne gam! Düzenleme, mahkûmun duygusal tepkilerini dahi denetim altına almaya yönelik, onun tüm benliğini kayıtsız şartsız eritip yok etmeyi amaçlıyor. Şikâyet etmek bile yasak. Mahkûm değil kölesin.

Arbeit Macht Frei

Tasarının 27. maddesi mahkûmların zorla çalıştırılmasını düzenliyor. 'Yeni yetenek ve becerileri mahkûma yeniden kazandırmayı hedefliyor'muş.
İnsana zorla yetenek ve beceri kazandırılacağı, onun iradesi hilafına 'çalışarak iyileşeceği' inancının karşılığını tarihin bütün karanlık sayfalarında bulabiliriz. Cezaevinde çalışmak, bir ödev, bir zorunluluk, bir zulüm olamaz. Olsa olsa mahkûmun isterse kullanabileceği hakkıdır.
Auschwitz toplama kampının kapısında da 'Çalışmak özgür kılar' yazıyordu.
Cunta dönemlerinin askeri cezaevlerinden gayet iyi hatırladığımız tek tip giysi uygulamasının yeniden gündeme getirilmesi de tasarının dünyayı tartış biçimi açısından parlak bir ipucu sunuyor. Geçmişte onmaz acılara yol açmış olan böylesi bir uygulama, özellikle siyasi mahkumların burnunu sürtme dışında bir amaç taşıyor olamaz. Çağdaş Hukukçular Derneği'nin raporundan okuyalım: "1-) İzolasyon temelli infaz rejimlerinde ve buna uygun cezaevi mimarisinde en önemli sorunlardan birisi renk ve görme algıları başta olmak üzere duyu kaybıdır. Tek tip elbisenin bu etkiyi artıracağı açıktır. 2-) Uzun yıllar sürebilecek infazda tek tip elbise kullanılması mahpusun yeknesak ve sınırlı yaşamı açısından psikolojik bir tahrip unsurudur. 3-) Ülkemizde askeri uygulamayla bir tutulduğundan; mahpusun bir 'sivil' olarak tek tip elbiseyle birlikte zorlanacağı varsayılan davranış koşullarını akla getirmektedir. (marş ezberletme, infaz personeline hitap, askeri sayım, esas duruş vb. uygulamalar yaşanmıştır.)
4-) Kişiliğini geliştirme hakkına ve kültürel bütünlüğe zarar verici bir uygulamadır."
Aynı mantığından sual olunmaz askeri yaklaşım, "Herhangi bir şeyi protesto etme amacıyla veya idareye karşı toplu olarak sessiz direnişte bulunmak... gereksiz olarak marş söylemek ve slogan atmak" gibi disiplin suçları tanımıyla şahikasına varıyor. 'Susma'nın bir suç olarak tanımı dünya hukuk literatürüne geçecek nitelikte bir yaratıcılık ürünü. Ayrıca 'gerekli' marşların belirlenmesi de herhalde idareye bırakılıyor.
Aynı burkulmuş mantık, aynı kindar düşmanlık, mahkûmların 'gereksinmeden çok yayın' bulunduramayacağını belirten maddede de okunabilir. F tipi cezaevlerinde mahkûmların şikâyetlerine neden olan 'üç kitaptan fazlasını bulunduramama' uygulamasına yasal bir kimlik verme gayreti, tasarı yazarlarını böylesine gülünç bir duruma düşürüyor. Gereksinmeye kim karar verecek?
Kaç sayfa ya da cilt karar, kaç sayfadan fazlası zarardır?
Yeni infaz rejiminin yasal düzenlemesi ciddi bir çalışmayla, gerekli katılımın sağlanmasıyla yapılmalıdır. Elimizdeki tasarının geri çekilmesi şarttır. Herkesi bu konuda söz ve fikir üretmeye çağıralım. Konu, hepimizin hayatını doğrudan ilgilendirmektedir. Hayatımızı müebbet körlük yaşadığımız hücrelere çevirmeye çalışan mimarlar, hapishaneler söz konusu olduğunda iyice fütursuz davranabileceklerini sanmasın.

18/10/2004 - Radikal

3 Ocak 2008 Perşembe

Sesi duyulmayanların sesi




Perihan Mağden


Birkaç hafta önceydi. Mutfağa tabakları taşıyor, geri geliyor, ana haber
saatlerinde çoğunlukla olduğu üzre sofra kur, sofra kaldır, tarzı işlerin
yamacında, kulaklarımı da haberlere tahsis etmiş bulunuyordum.
'Yananların cesetleri' tarzı bir laf, ruhuma çalındı. Haksızlıkların en
ağırına, ilahi bir haksızlığa uğramış bir baba: "Ben bana verilen cesedin,
çocuğumun cesedi olup olmadığından dahi emin değilim," diyordu.
Televizyonun karşısına mıhlandım. Cezaevlerine düzenlenen Ağır Şefkat
Operasyonu'nun neticesinde, çocuklarının yanmış bedenlerine kavuşan ana
babaları konuşturuyorlar, zannettim. Zira ne kadar unutturulmaya çalışılsa
da, bizler ne kadar yoğun bir güçle unutmaya, YOK saymaya çalışsak da, öyle
bir operasyon düzenledi işte. Günler ve günlerce sürmüştü devletimizin 'Ağır
Şefkat/Gerekirse Yaka Yaka Hayata Döndürüş' operasyonu.
Sonra. Sonra mı? Tısssss.
Şimdi ben bu ülkeyi anlayamamakta, kavrayamamakta, bu ülkenin nasıl
işlediğine dair o gizli ve sinsi mekanizmanın inceliklerine nüfuz edememekte
bu denli inatçı bir zavallı şahsiyet olarak, atv ekranlarında, ana
haberlerde çocukları şöyle ya da böyle yakılmış bulunan, ana babaların
konuşturulduklarını, zannedecek kadar...
Amatördüm. Salaktım. Yabancıydım.
Hayır, epey zaman önce yaşanmış bir otobüs kazasında çocuklarını kaybedenler
konuşuyormuş. Otobüsteki teknik bir hata yüzünden çocuğunu, gözünün nurunu
kaybetmiş; acıların en büyüğü ile evlat acısı ile kavrulmuş bir trafik
mağdurunun, konuşmaya hakkı yok mudur?
Tabii ki vardır. Tabii ki, konuşacaktır.
Peki ya diğerlerinin? ÖBÜR ana babaların? Acılarını paylaşmaya, başlarına
getirilenlerin aslında ne olduğunu bizlere anlatmaya hakkı yok mudur? Böyle
bir hakkın olmadığı bir ülkede, o operasyonun haklılığı peki, cansiperane,
savunulabilir mi?
O ağır, o bizleri günlerce tarumar etmiş operasyon; maksatlı ana babaların
maksatlı çocuklarına yönelik, o eşi benzerine dünya tarihinde
rastlanamayacak olan o operasyon yoksa olmamış mıdır? Olmamış saymamız mı
gerekmektedir?
Olmamış gibi yapmamız mı, doğrusudur?
30'u aşkın ölü söz konusu. 500'ü aşkın ağır yaralı. Nerde peki bu yaralılar?
Bir haber alıyor musunuz; bir görüntüleri olsun, ulaştı mı bizlere? Madem
'kurtarıldılar', madem o nice gazeteciyi 'Yatacaksam böyle bir tipte
yatayım' diye şevke getirmiş o muhteşem F tiplerinde, kurtarılmış
vaziyetteler, görelim onları bir. SESLERİNİ DUYALIM.
Mehmet Bekaroğlu, hepsinin nasıl yara bere içinde olduklarını, nasıl yalnız
bakımsız tecrit edilmiş, tam korkulduğu gibi korktukları gibi olduğunu,
Allah razı olsun, gidip görüp, aktardı.
Sonra? Sonra: Tıssss.
Ölüm oruçları peki? Hâlâ devam ettiğini bildiğimiz ölüm oruçları. Açlık
grevleri. Yara bere içinde: üstüne hortumla tazyikli su sıkılmış, gaz
tutulmuş, itilmiş kakılmış, yaralanmış, ağır hafif yaralanmış o mahkûmlar,
siyasi mahkûmlar, afiş asmaktan içeri tıkılmış gencecik çocuklar, pankart
açmaktan, dergi basmaktan içerdeki o çocuklar...
Onlardan haber var mı?
Ölüm oruçlarından, açlık grevlerinden?
Birlikte 'yaşama alanları' (var ise tabii böyle alanlar) tamamlanmadan, ısı
tesisatı kurulmadan, altyapı, üstyapı çalışmaları bitmeden F tipi adıyla
maruf hücrelere tıkılmış o çocuklardan peki, bir daha haber alacak mıyız?
Yüzlerini görecek miyiz? Dünyada eşi benzeri olmayan F tipi tabir edilen,
ancak Amerika'da idamına karar verilenlerin son günlerini geçirdikleri
tecrit hücrelerini andıran bu insanlık dışı 'modeldeki' ısrarımızı,
sürdürecek miyiz?
Operasyon öncesi Hikmet Sami Türk'ün F tiplerinin gözden geçirileceğine/bazı
değişikliklere gidileceğine dair sözünü; Ağır Şefkat Operasyonu'nun ardından
unutması, unutturması, söz konusu etmemesi peki, demokratik devlet anlayışı
ile bağdaşıyor mu?
Verilmiş böyle bir söz varken, ondan dönülmesi; operasyonun o yakıcı
operasyonun akabinde de "Karıştırmayın şimdi bunları. Temiz temiz yaptık
operasyonumuzu, yaktık çenelerini," tavrına girilmesi hukukla, demokrasiyle,
insan haklarıyla, hükümet olmakla, seçilmiş olmakla bağdaşmakta mıdır?
'Normal' midir? Olacak 'iş' midir?
Demokrasilerde HERKESİN sesi duyulur.
Herkesin, bir diyeceği vardır. Olabilir. Diyeceğini ifade etme özgürlüğü
vardır. Demokrasilerde beyler, maalesef, öyledir.
Sesleri kapatabilirsin, yakabilirsin, örtebilirsin, kısabilirsin sesleri.
Antidemokratik yöntemlerle, bu mümkündür. Ama bakarsın, o kestiğin,
kıstığın, yok saydığın sesler; 80 yıl sonra, 90 yıl sonra dahi duyuluyorlar.
Hiç ummadığın yerlerden. Hiç ummadığın zamanlarda yükselir sesler. Sesi
duyulmayanların sesi, bir yerlerden çıkıverir.
Artık ne kadar tepinsen, susturamazsın.
Mazlumun ahı. Sesini kıstığının sesi. Hiç beklemediğin yerlerden çıkar.
Aheste aheste. Hem de.
24 Ocak 2001 - Radikal