yıldırım türker etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
yıldırım türker etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Kasım 2009 Pazar

Güler Zere'ler ölmesin!

Geçen yıl gene umursamazlığımızın yapış yapış temmuz ayında, hapishanelerde ölmeye yatmış tutuklu ve hükümlüleri yazmıştım. Kaldırmaya bir türlü mecalimiz yetmeyen.

Bu memlekette bir yakını, bir tanışı cezaevinde yatmayan, yatmamış kimse var mıdır, bilmiyorum.

Varsa da bu durumun doğal olmadığını kendilerine hatırlatmak isterim.

Dolayısıyla cezaevleri koşullarının insan olana verdiği dehşet hissinden korunabilmenin, kendinden vazgeçmişlikle ilintilendirilebileceğine inanıyorum.

İradesi üstünde durmadan tepinilmiş insanların halk pozu verip durdukları memleketimizde hayata, hayati olana yönelik kayıtsızlık ürkütücü boyutlarda.

Ergenekon paşalarının tez zamanda kendilerine özel hastanelere sevk edilerek pek çürük çıktıklarını biliyoruz. Tahliye edildiler. Ne güzel. Ağır hasta insanların cezaevi koşullarında iyileşebilmeleri imkânsız çünkü.

Ama bir de geride kalanlar var. Kendilerine özel hastaneleri olmayan. Arkalarını bir kuruma dayamamış olanlar.

Bir kez cezaevine girdiler mi onlardan toptan vazgeçmemiz gerekiyor, öyle mi? “Öyle yağma yok!” diye bağırmadığımız takdirde hücrelerde-koğuşlarda birer birer tükenecekler.

Ölümcül hastalıkların pençesinde berbat koşullar altında acıdan kıvranarak yaşamaya zorlananlardan biri de Güler Zere.

Bir iki gün önce Mavioğlu gazetemizde yazmıştı: “Ağıziçi ve boynundaki kanserli tümörler nedeniyle damağı alınan ve tedavisinin cezaevi koşullarında mümkün olmadığı Çukurova Üniversitesi Adli Tıp Ana Bilim Dalı’nın raporuyla belirlenen Güler Zere’nin cezasının ertelenmesi başvurusunun hasıraltı edildiği iddia edildi. Çağdaş Hukukçular Derneği (ÇHD) İstanbul Şubesi adına Elbistan Başsavcılığı’na dilekçeyle başvuran avukat Taylan Tanay, Elbistan Cumhuriyet Savcısı Orhan Irmak’ı Zere’nin cezasının ertelenmesi yönündeki başvurusunu işleme koymayarak ‘Kasten adam öldürmeye teşebbüs etmek’le suçladı.”

Güler Zere, 37 yaşında. 14 yıldır tutuklu.

Malatya 1 No’lu Devlet Güvenlik Mahkemesi’nce verilen 34 yıllık hapis cezasının infazını çekmek üzere Elbistan E Tipi Kapalı Cezaevi’ndeyken kanser hastalığına yakalandı. Hastalığının teşhis ve ilk tedavisi Çukurova Üniversitesi Balcalı Araştırma Hastanesi’nde yapıldı. Oradan Adana Karataş Kadın Cezaevi’ne sevk edildi.

Avukatları, Zere’nin tedavisinin cezaevi koşullarında sürdürülemeyeceğini belirterek 12 Mart 2009’da Adana Cumhuriyet Başsavcılığı’na başvurdular. Başvuruda, Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkındaki Kanun’un 16. maddesi uyarınca Zere’nin cezasının ertelenmesini istediler.

Söz konusu maddeye göre, tıbben tedavisine olanak bulunmayan veya tedavisi uzun sürebilecek hastalık durumlarında cezanın hastane mahkûm koğuşunda infazı, hükümlünün hayatı için kesin bir tehlike oluşturuyorsa cezanın infazı geri bıraktırılması gerekiyordu.

Adana Cumhuriyet Başsavcılığı, bu talep üzerine Çukurova Üniversitesi Adli Tıp Anabilim Dalı’ndan rapor istedi. 22 Haziran 2009’da hazırlanan rapor şöyleydi:

“Evre 4 malign oral kavite karsinomu nedeniyle ağır özürlü sayıldığı yaşamının ağır risk altında olduğu, şahsın bir başkasının bakım ve gözetimine muhtaç olduğu, radyoterapi de içerecek yoğun ve ağır bir tedavi gerekebileceğinden bu koşulların sağlanabileceği bir sağlık kuruluşunda tedavi ihtiyacı olduğu cezaevi koşullarında bu bakım ve tedavinin sağlıklı olarak yerine getirilmesinin mümkün olmadığı, belirtilen nedenlerle iyileşinceye kadar hapis cezası infazının ertelenmesinin uygun olacağı...”

Bu raporun aynı gün Adana Cumhuriyet Başsavcılığı’na gönderilmiş olmasına rağmen Zere hâlâ serbest bırakılmadı.

Bu arada Adana Cumhuriyet Başsavcılığı boş durmadı elbet.

‘Zere’nin durumunu ortaya koyan dosyanın Elbistan’da olduğu için başvurunun Elbistan Cumhuriyet Başsavcılığı’na yapılması gerektiği’ yönünde itirazda bulundu.

Avukatlar aynı gün Elbistan Cumhuriyet Başsavcılığı’na faks dilekçe ile başvurdu.

Lâkin Elbistan’dan ses soluk yok. Başvurunun akıbeti ile ilgili olarak avukat Tanay, suç duyurusunda bulundu. Bu başvurunun kaybolmuş ya da kaybedilmiş olduğunu iddia ediyor. Yani kasıt olduğunu.

Zere’nin sağlık durumuyla ilgili beş ayrı rapor var. Zere’nin “ağır özürlü” olduğunu belirten. Ama şimdinin moda terimiyle ‘rövanşist’ devletin şanlı bir neferi olan Elbistan Cumhuriyet Savcısı Orhan Irmak onu 28 saatlik bir yolculukla İstanbul Adli Tıp Kurumu’na sevk ediyor.

Zere’nin avukatı Tanay da savcıyı ilk başvuruyu kasten göz ardı etmekle suçluyor.

Cezaevlerinde sağlık

Siirt E Tipi Cezaevi’nde geçen sene, gene temmuz ayında Ali Çekin, tedavisi engellendiği için hayatını kaybetmişti.

İnsan Hakları Derneği’nin 2008 raporundan cezaevlerinde sağlık sorunları açısından gelen şikâyetlerin dökümünü özetleyerek veriyorum:

* Cezaevlerinde ölüm aşamasında olan hasta mahpusların tedavilerinin yapılmadığı, yetkili makamların bu mahpusları ölüme terk ettiği,

* Cezaevlerinde yatalak vaziyette olan ve kendi ihtiyaçlarını bile karşılayamayan bu insanların hastanelerde bakımının yapılması önünde engeller çıkarıldığı,

* Cezaevi yetkilileri ve özellikle jandarmanın, ciddi sağlık sorunu olan kişileri hastanelerde mahkûm koğuşları olmamasını gerekçe göstererek tedavi ettirmediği,

* Cezaevlerinde yeterli sayıda doktor kadrosu olmaması ve bu gerekçeyle sağlık sorunları olan mahpusların tedavilerinin zamanında yapılamadığı, doktorun cezaevine geleceği gününü beklemesinin söylendiği,

* Cezaevlerinde geceleri doktor bulunmamasından dolayı mahpusların rahatsızlıklarında jandarmanın hastaneye götürmede sorun çıkardığı,

* Cezaevi doktorunun çoğu hastalıkları psikolojik kabul ettiği ve hastaneye sevkte zorluk çıkardığı,

* Hastaneye sevkte jandarmanın özellikle doktor kabulünde kelepçeyi çıkarmadığı,

* Mahpusların tedavisini yapan doktorun kelepçeli tedaviyi kabul etmesi icin mahpusa baskı uygulandığı,

* Özellikle kadın mahpusların jinekolojik tedavileri yapılırken jandarmanın odadan çıkarılmadığı,

* Cezaevindeki sağlık memurunun gece kalmamasından kaynaklı ilaç vermede sorun yaşandığı,

* Cezaevi doktoru tarafından verilen ilaçların çoğunlukla ağrı kesici olduğu ve yeterince kendileriyle ilgilenilmediği,

* Hastaneye ameliyat ve fizik tedavi için götürülen hastalara bilgi verilmeden yeniden cezaevine getirildikleri,

* Uzun süreli cezaevinde bulunan mahpuslarda cezaevinin ve odaların fiziki yapısından kaynaklı görme ve duyma, mesafe algılamada ciddi rahatsızlıkların başladığı,

* Mahpusların sağlık sorunları gerekçesiyle verilen rejim yemeklerinin rejim yemeği olmadığı sadece diğer mahpuslara verilen yemeklerin salçasız şekilde getirildiği,

* Cezaevinde yaşanan ölüm olayında cezaevi doktoru ve cezaevi yetkililerinin çelişkili ölüm beyanları verdikleri,

* Yasamsal sorunu olan hastaların tam teşekküllü hastanelerin bulunduğu illere sevkinin yapılmadığı,

* Yatalak durumda olan hastaların hastaneye sevk edilişinde uygun olmayan cezaevi ring araçları ile götürüldüğü,

* Yaralı olarak cezaevine getirilen mahpusların tedavilerinin yapılamadan hücreye konulduklarını biliyor muydunuz?

Resmi kurum ve yetkililer, mahpusların yeterli düzeyde sağlıklı yaşam koşullarına ve tıbbi bakıma erişimini sağlamakla yükümlüdür.

Uluslararası standartlar, cezaevinde sağlanan tıbbi bakım hizmetinin, cezaevi dışındaki olanaklarla eşit olması düsturu üstüne oluşturulmuştur.

Komitesi’ne göre; “Cezaevlerine gelişlerinde hükümlülere, sağlık bakım hizmetinin varlığı ve işleyişi hakkında bilgi veren ve hijyenle ilgili temel önlemleri hatırlatan bir kitapçık veya broşür verilmesi faydalı olacaktır”.

Komite, ayrıca “Tutukluların gözetim altında bulundukları süre boyunca, tutukluluk sürelerinden bağımsız olarak her zaman bir doktora erişim haklarının bulunması gereklidir.

Sağlık hizmetleri, doktora danışma talepleri gereksiz gecikme olmadan karşılanacak şekilde düzenlenmelidir.” diyor.

Bizim de haykırmamız gerek. Cezaevlerinde can çekişen insanlarımızı tahliye edin!

Onların yaşam hakkını gasp etmeyin!

Onlar sandığınız kadar kimsesiz değil, bunu da iyi bilin!

Yıldırım Türker

13 Temmuz 2009 - Radikal


25 Ocak 2009 Pazar

Mapusane Mektubu

Yakınınız düşmüşse size de geliyordur; ben sık sık mektup alırım cezaevlerinden.
Yalnızca cezaevlerinden yola çıkılarak yazılabilir bu memleketin tarihi. Metris'in, Ulucanlar'ın, Diyarbakır Askeri Cezaevi'nin ve bütün cezaevlerinin tarihinde hayatımızı hücre cezasına çeviren karanlığın uğultusu en açık işitilir. Oralarda zulüm en çıplak haliyle yaşatılır.
Mapusluk, bu toprakların zengin bir kültürel öğesidir. Sıla gibi. Gurbet gibi. Yerleşik bir adalet sisteminin ceza uygulamasından çok öte bir anlam iklimini barındırır. Halk edebiyatının bereketli bir motifi olmakla kalmaz. Şehirli orta sınıfın da, soğukkanlı bir mesafe kurmaktan aciz bırakıldığı bir durumdur. Çoluk çocuk dahil, bu topraklarda yaşayan kimse mapusluk öykülerine yabancı değildir. Toplumsal merdivenin en üst basamaklarında oturanlar dahi bir kader gibi mapus damlarından geçmiş, bu durumu iktidarın doğal aidatıymış gibi sineye çekmiştir. Hapis yatmak, öncelikle hayatın cilvesi, kader, tesadüf, kem talih gibi algılanır. İlk elde akla suçu getirmez. Kader kurbanları toplumu. Herkesin evinin bir köşesinde; süslü bir vitrinde duran ya da arabaların ön camında sallanan boncuktan kuş bibloları. Ceplerde çekirdek tespihler. Mapusanelerden el emeği göz nuru, hazin sabır eserleri.
Orada yaşatılanlara kulak vermek zorundayız.
Bugün sizinle Buca F Tipi Cezaevi'nden gelen bir mektubu paylaşmak istiyorum. Zana Mazak yazıyor. Biraz kısaltarak aktarıyorum:
"Yaklaşık 11 yıldır cezaevindeyim... Yanlış hatırlamıyorsam 2002 yılından beri bahşedilen bir hakla haftada 10 dakika ailelerimizle telefonda konuşabiliyoruz. 1 Ekim 2006'ya kadar Kürtçe konuşanla Kürtçe, Türkçe konuşanla Türkçe konuştuk. Herhangi bir yasak veya sınırlamayla karşılaşmadık. Ancak her ne olduysa tam da 1 Ekim 2006 günü telefonda Kürtçe konuşmamız yasaklandı. Cezaevi yetkilileri ailelerimizle Kürtçe konuşabilmemiz için bir dilekçeyle Türkçe bilmeyen yani Kürtçe konuşanların isim ve adres-lerini bir dilekçeyle bildirmemizi istediler... Bu isteme cevabımızın ne olduğuna geçmeden önce bu mevzuatın yasal düzenlemelerini sizinle paylaşmak isterim...
1 Haziran 1995'te yürürlüğe giren Ceza İnfaz Yasası'nın İnfazda Temel İlke başlıklı 2. maddesi, (1) Ceza ve güvenlik tedbirlerinin infazına ilişkin kurallar hükümlülerin ırk, dil, din, mezhep, milliyet, renk, cinsiyet, doğum, felsefi inanç, milli veya diğer fikir yahut düşünceleri ile ekonomik güçleri ve diğer toplumsal koşulları yönünden ayırım yapılmaksızın ve hiçbir kimseye ayrıcalık tanınmaksızın uygulanır.
(2) Ceza ve güvenlik tedbirlerinin infazında zalimane, insanlık dışı, aşağılayıcı ve onur kırıcı davranışlarda bulunulamaz.
CİY Madde 66- (1) Kapalı ceza infaz kurumlarındaki hükümlüler, tüzükte belirlenen esas ve usullere göre idarenin kontrolündeki ücretli telefonlar ile görüşme yapabilirler. Telefon görüşmesi idarece dinlenir ve kayıt altına alınır. (....)
Dikkatinizi çektiği gibi temel ilke niteliğinde olan yasa maddesinde 'Dil, ırk, milliyet' ayrımı yapılamaz, 'aşağılayıcı, onur kırıcı davranışlarda bulunulamaz' deniliyor. Telefon açma hakkımızı düzenleyen maddede her ne kadar 'tüzükte belirlenen esas ve usul' denilse de telefonda kullanılacak dile özel bir vurgu yok. Zira olsaydı temel ilke maddesi boşluğa düşecekti.
Şimdi tüzük maddesine geleyim ve ondan sonra derdimizi izaha çalışayım.
Madde-88) Telefon görüşmeleri Türkçe yapılır. Ancak hükümlünün Türkçe bilmemesi veya görüşeceğini bildirdiği yakınının mahallinde yaptırılacak araştırma ile Türkçe bilmediğinin tespit edilmesi halinde konuşmanın yapılmasına izin verilir ve konuşma kayda alınır. (....) (20.03.2006 tarihli Bakanlar Kurulu kararıyla yürürlüğe giren Cezaevi İç Tüzüğü Ceza İnfaz Kurumlarının Yönetimi ile Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Tüzük)
Benim/bizim bildiğim(iz),
yasa hükümleri tüzük hükümlerinden üstündür.
Tüzükler yasalara aykırı olarak düzenlenemezler. Tüzük ile yasa çeliştiğinde yasa hükmü uygulanır.
Yasalar ile tüzüklerin niteliğini bir tarafa bırakalım. Bu ülkeyi yönetenler pratikteki tüm inkârcılıklarına rağmen mevzu her açıldığında Kürtlerin Türkiye Cumhuriyeti'nin eşit vatandaşı olduğunu, hiçbir ayrıma tabi tutulmadıklarını söylerler. Bir an için on binlerce insanımızın ölümüne sebep uygulamaları bir yana bırakalım, 5-6 aydır ailelerimizle Kürtçe konuşmamızın yasaklanması, eşitliğe aykırı, ayrımcı bir uygulama değil mi? Bunu da bir tarafa bırakalım, 'mahallinde yaptırılacak araştırma' ile ailelerimiz/akrabalarımızın karakollara çağrılarak, polis jandarma ekiplerince ailelerimiz/akrabalarımızın kapısına dayanarak Türkçe bilip bilmediklerinin sorgulanması aşağılayıcı bir uygulama değil mi?
Mahallinde araştırma nasıl yapılıyor, biliyor musunuz? Türkçe bilmeyen aile ve akrabalarımızın isim ve adresi isteniyor. Bu ayrımcı, aşağılayıcı uygulamayı kabul edersek savcılık adresin sorumluluk alanına göre asker veya polise talimat veriyor.
Talimatı alan asker veya polis ismini verdiğimiz (ya da Türkçe bilmediğini ihbar ettiğimiz) yakınımızı ya karakola çekip sorguluyor veya cemse veya polis minibüsü ile kapıya dayanıp Türkçe bilip bilmediklerini sorguluyor. Veya en iyi ihtimalle -cezaevi yetkilileri uygulamayı savunmak adına öyle diyor- mahallenin muhtarına, bakkalına, apartman yöneticisine, bizimkilere çaktırmadan sorup mahallinde araştırmasını yapıyor.
Düşünün, 50-60 yaşındaki bir anne/baba karakolda sorguya alınıp dil bilip bilmediği öğrenilmeye çalışılıyor. Düşünün; Diyarbakır'ın bir mahallesindesiniz, gündüz vakti bir polis otosu kapınıza dayanıyor ve onca insanın içinde sizi sorguluyor.
Düşünün, mahallenin muhtarı, binanızın yöneticisi veya mahallenizin bakkalından polisin sizi soruşturduğunu öğreniyorsunuz. Düşünün, Hakkâri'nin ücra bir köyündesiniz ve iki-üç cemse panzerler eşliğinde köyünüze geliyor ve Türkçe bilip bilmediğiniz sorgulanıyor.
Düşünün, neyse bu kez düşünmeyin; şöyle diyeyim, 10-11 yaşında bir yeğenim var ve onunla hep Türkçe konuşuyorum ama varsay ki Türkçe bilmiyor deyip dilekçe verdim, bu çocuğun karakola çağrılıp sorgulanması veya polisi/askerin kapımıza dayanıp Türkçe bilip bilmediğini sorgulamasını kendime, aileme, o sabiye nasıl izah ederim. Aklım, vicdanım almıyor, algılamıyor...
5-6 aydan beri Adalet Bakanlığı, Başbakanlık, TBMM, İHD vb. başvurmadığımız resmi, gayriresmi makam kuruluş kalmadı. İHD ve ÇHD gibi STK'lar dışındakilere yani uygulayıcı resmi kurumlara bir türlü derdimizi anlatamadık."
On yıllardır dayatılan seferberlik hali, bu toplumun duyarlıklarını törpülemiştir. Soğukkanlı bir dille tartışır gibi yaptığımız, adına bin bir güçlükle Kürt sorunu dediğimiz hayatımızın açmazını bir de buradan okumaya var mısınız?
Yaratıklar, itoğlu itler bir de utanmadan nelere itiraz ediyor, diye kös dinleyenlerdenseniz korumaya ant içtiğiniz Cumhuriyetiniz size hayırlı olsun.
Ama bir halka, etnik kimliğine dayanarak zanlı muamelesini reva gören; cezalıya esir, yakınlarına rehinmiş gibi davranmakta bir beis görmeyen anlayışın bizi getirmiş olduğu nokta sizi de kaygılandırıyorsa, cezaevlerinden gelen mektuplara kulak vermelisiniz.
Onlar, aslında hepimize bizim hikâyemizi anlatıyor.

Yıldırım Türker - 19 Mart 2007

Kaynak: Radikal

17 Ocak 2008 Perşembe

Yeni İnfaz Yasası

Yıldırım Türker

Ceza ve Tedbirlerin İnfazı Hakkında Kanun Tasarısı, kapımızda. Yangından mal kaçırır gibi hazırlanmış; çöken infaz sisteminin yanlışları üstüne inşa edilen bu tasarının geri çekilmesi gerekmektedir. Bu tasarının, tutuklu ve hükümlüler ile ailelerinin, her derece ve görevdeki infaz personelinin, hukukçuların, hekimlerin, mimarların, insan hakları savunucularının ve genel olarak kamuoyunun değerlendirmesine sunulmadan yasalaşması beraberinde büyük felaketler getirecektir.
Bugün, yerim elverdiğince, dilim döndüğünce bu tasarının okumasını yapmaya çalışacağım.
Ülkemizde infaz rejiminin disiplin hukukuna ilişkin düzenlemelerinde mahkûm hakları idarenin tasarruf alanına terk edilmiş, koruyucu denetim araçları yaratılmamış ve bu da insan haklarına aykırı uygulamaların yolunu açmıştır. F tipi cezaevlerine sevk amacıyla yapılan şanlı 'Hayata Dönüş' operasyonlarından sonra infaz rejiminin denetimi amacıyla getirilen 'İnfaz Hâkimliği' ve 'Cezaevleri İzleme Kurulları' gibi kurumlar, uygulamada olumlu bir gelişmeye neden olamamıştır. Mahkûm haklarını güvence altına almadan böyle kurumlar yaratılırsa elbette süregelen zulmün meşrulaştırılması dışında bir işlevleri olamayacaktır. Olmamıştır da.
Yeni tasarının yaklaşımı, suçlunun hak ve özgürlüklerini hiçe sayan, onları her an geri alınabilecek birer ödül olarak gören bir sindirme politikasını yerleştirmeye yöneliktir.
Tasarının temel felsefesi, 6. maddede açıkça belirtilmiştir: Hükümlünün iyileştirilmesi!
"...üretken ve kanunlara, nizamlara ve toplumsal kurallara saygılı, sorumluluk taşıyan bir yaşam biçimine uyumunu kolaylaştırmaktır."
Böylelikle cezanın 'özgürlükten yoksun bırakmaktan ibaret' olmadığını, suçun uzmanlar tarafından sağaltılacak bir hastalık olduğunu öğrenmiş oluyoruz.
Oysa infaz sırasında suçlunun eğitimi ve ıslahı için yaratılan araçlar, mahkûm açısından bir HAKTIR. Bu araçların ikinci bir cezaya dönüştürülmesi, mahkûmun zorla 'iyileştirilmesi' gereken bir denek olarak algılandığına işaret eder.
Yine yeni tasarıda, sıkı güvenlikli kapalı ceza infaz kurumu başlığı altında 10. maddede yapılan düzenleme ile F tipi cezaevlerinde uygulanan infaz sistemi diğer suç türlerini de kapsayacak şekilde uygulama alanı bulmaktadır.
F tipi cezaevlerinde, mahkûmun kimlik ve kişiliğinin yok sayıldığı, tüm ilişkilerin emir-komuta zinciri içinde oluştuğu 'Tredman' denilen zorla 'iyileştirme' programının tavizsiz dayatıldığı ağır bir infaz rejiminin hâkim kılındığını biliyoruz.
Şikâyetsiz katlanacaksın
Hükümlünün yükümlülüklerine yönelik 24. madde şöyle: "Hükümlü, hürriyeti bağlayıcı cezanın yerine getirilmesine katlanma ve bu amaçla düzenlenen infaz rejimine uygun tutum ve davranışlar içinde bulunmakla yükümlüdür. Hükümlü, Ceza İnfaz Kanunu'nun güvenlik ve iyileştirme programlarına tam bir uyum göstermekle yükümlüdür.
Her ne amaçla olursa olsun, bilerek kendi yaşamlarını ve bedensel bütünlüklerini tehlikeye düşürecek eylemlere girişmeleri cezanın yerine getirilmesine katlanma yükümlülüğünün ihlali sayılır."
Açlık grevlerine karşı çaresizce geliştirilmiş olduğu anlaşılan bu maddenin çağdaş hukuk anlayışı açısından bir anlamı olabilir mi? Hükümlünün kendi bedenini sağlıklı tutma yükümlülüğünün hukuki karşılığı ne ola? Katlanma yükümlülüğü denilen şeyin, mahkûmun bu kuralları benimsemesi, sevmesi, güle oynaya bedenini sağlıklı tutması anlamına geldiği anlaşılıyor. Dolayısıyla ola ki tredman uygulamasından hoşnut değil ve bu da cezaevi idaresi tarafından tespit ediliyor, demek ki söz konusu mahkûm, katlanma yükümlülüğünü ihlal etmektedir. Antalya Barosu'nun
İnsan Hakları Merkezi'nin raporundan okuyalım: "Hukuk devletinde, 'Cezanın yerine getirilmesine katlanma yükümlülüğü' gibi bir kavram yoktur. Modern ceza hukukunda, suç ve ceza politikalarının temeli olan 'kanunilik ve şahsilik' ilkesinin doğal sonucu olarak, suç teşkil eden fiiller ve bu fiillere öngörülen cezai sorumluluk sınırları ve yaptırımları açıkça tanımlanır. Yaptırımın uygulanması alanını düzenleyen infaz rejimi de, cezalandırma tekelini elinde bulunduran gücün, ceza normunu ihlal eden birey üzerindeki etkisini ve bu güç kullanılırken, gücü kullananın (devletin) uymakla yükümlü olduğu ilke ve kuralların saptandığı hukuk alanıdır. Bu gücü bedeninde hisseden bireyin artık, bu yaptırımdan memnun olup olmadığının hiçbir hukuki önemi olmadığı gibi bireye ayrıca bu cezaya katlanma yükümlülüğü getirmenin de ilk başta hukuki bir anlamı yok gibi gözükmektedir."
Birleşmiş Milletler, mahpuslara karşı davranışlara dair temel ilkelerin 1. maddesi, "Bütün mahpuslara, doğuştan sahip oldukları insanlık onurunun ve değerin gerektirdiği saygıyla muamele edilir" diyor.
Ne gam! Düzenleme, mahkûmun duygusal tepkilerini dahi denetim altına almaya yönelik, onun tüm benliğini kayıtsız şartsız eritip yok etmeyi amaçlıyor. Şikâyet etmek bile yasak. Mahkûm değil kölesin.

Arbeit Macht Frei

Tasarının 27. maddesi mahkûmların zorla çalıştırılmasını düzenliyor. 'Yeni yetenek ve becerileri mahkûma yeniden kazandırmayı hedefliyor'muş.
İnsana zorla yetenek ve beceri kazandırılacağı, onun iradesi hilafına 'çalışarak iyileşeceği' inancının karşılığını tarihin bütün karanlık sayfalarında bulabiliriz. Cezaevinde çalışmak, bir ödev, bir zorunluluk, bir zulüm olamaz. Olsa olsa mahkûmun isterse kullanabileceği hakkıdır.
Auschwitz toplama kampının kapısında da 'Çalışmak özgür kılar' yazıyordu.
Cunta dönemlerinin askeri cezaevlerinden gayet iyi hatırladığımız tek tip giysi uygulamasının yeniden gündeme getirilmesi de tasarının dünyayı tartış biçimi açısından parlak bir ipucu sunuyor. Geçmişte onmaz acılara yol açmış olan böylesi bir uygulama, özellikle siyasi mahkumların burnunu sürtme dışında bir amaç taşıyor olamaz. Çağdaş Hukukçular Derneği'nin raporundan okuyalım: "1-) İzolasyon temelli infaz rejimlerinde ve buna uygun cezaevi mimarisinde en önemli sorunlardan birisi renk ve görme algıları başta olmak üzere duyu kaybıdır. Tek tip elbisenin bu etkiyi artıracağı açıktır. 2-) Uzun yıllar sürebilecek infazda tek tip elbise kullanılması mahpusun yeknesak ve sınırlı yaşamı açısından psikolojik bir tahrip unsurudur. 3-) Ülkemizde askeri uygulamayla bir tutulduğundan; mahpusun bir 'sivil' olarak tek tip elbiseyle birlikte zorlanacağı varsayılan davranış koşullarını akla getirmektedir. (marş ezberletme, infaz personeline hitap, askeri sayım, esas duruş vb. uygulamalar yaşanmıştır.)
4-) Kişiliğini geliştirme hakkına ve kültürel bütünlüğe zarar verici bir uygulamadır."
Aynı mantığından sual olunmaz askeri yaklaşım, "Herhangi bir şeyi protesto etme amacıyla veya idareye karşı toplu olarak sessiz direnişte bulunmak... gereksiz olarak marş söylemek ve slogan atmak" gibi disiplin suçları tanımıyla şahikasına varıyor. 'Susma'nın bir suç olarak tanımı dünya hukuk literatürüne geçecek nitelikte bir yaratıcılık ürünü. Ayrıca 'gerekli' marşların belirlenmesi de herhalde idareye bırakılıyor.
Aynı burkulmuş mantık, aynı kindar düşmanlık, mahkûmların 'gereksinmeden çok yayın' bulunduramayacağını belirten maddede de okunabilir. F tipi cezaevlerinde mahkûmların şikâyetlerine neden olan 'üç kitaptan fazlasını bulunduramama' uygulamasına yasal bir kimlik verme gayreti, tasarı yazarlarını böylesine gülünç bir duruma düşürüyor. Gereksinmeye kim karar verecek?
Kaç sayfa ya da cilt karar, kaç sayfadan fazlası zarardır?
Yeni infaz rejiminin yasal düzenlemesi ciddi bir çalışmayla, gerekli katılımın sağlanmasıyla yapılmalıdır. Elimizdeki tasarının geri çekilmesi şarttır. Herkesi bu konuda söz ve fikir üretmeye çağıralım. Konu, hepimizin hayatını doğrudan ilgilendirmektedir. Hayatımızı müebbet körlük yaşadığımız hücrelere çevirmeye çalışan mimarlar, hapishaneler söz konusu olduğunda iyice fütursuz davranabileceklerini sanmasın.

18/10/2004 - Radikal

19 Aralık 2007 Çarşamba

Devlet, teröristle pazarlık etmez! - Yıldırım Türker


Devlet, teröristle pazarlık etmez!
Yıldırım Türker

Devlet, teröristle pazarlık etmez! Devlet, öldüremeyip beslemek zorunda kaldığı düşmanlarının asal ihtiyaçlarını karşılamak zorunda değildir. Devlet, uluslararası yasalara imza atarak varlığını meşru kılmakla yükümlüdür.

Devlet, bu yasaları ihlal ederken vatandaşının kendisine suç ortaklığı etmesini talep eder.

Devlet, bu suç ortaklığını reddeden vatandaşını vatan haini ilân etmek ve gereğini düşünmekle yükümlüdür.

Devletin dayattığı tasarruf paketinde kendisiyle suç ortaklığına yanaşmayan vatandaşları dolaşımdan çıkarmak da tavizsiz bir şart olarak bulunur.

Devlet, erkektir.

Devlete şefkat yakışmaz. Vicdana hiç aşina değildir.

Devlet, adalete hiç yüz vermeyen bir hukuk devleti olma iddiasındadır.

Devletin hukuk devleti olduğu yalanına devletin hiçbir katmanından hiç kimse inanmaz.

Devlet, ikide bir ekonomik olduğu ileri sürülen krizlerle sarsılır.

Devlet, bu krizlerden en kolay ezebileceği halk katmanlarını sorumlu tutar ve bütün krizleri onlara ödetir.

Devletin gözünde cezalandırmak, zulmetmektir.

Devletin bildiği, zulmederek öldürmektir.

Devlet, karşısında bir iradenin direnişini hissettiği an iyice vahşileşebilme hakkına sahiptir.

Devlet, tutuklusuna, uygun gördüğü her türden muamelede bulunmakta özgürdür.

Devlet, teröristle pazarlık etmez.

* * *

Devletin tanımını iyice bellemekte yarar var. Ölüm Bakanı, küstüm çiçeği Türk, devletinin onurunu, delikanlılığını koruyor hâlâ. Mahkûmlarla görüşme yapılması mümkün değildir, diyor. “Gebersinler” diyenlerle birlikte devletin başına çökmüş olan bu zarif beyefendi, sessizliğine, umursamazlığına tespih çeker gibi bir bir kurban ettiği insanlar hakkında neler hissediyor, bilmek mümkün değil. Bunu bilmenin, Türkiyeli olmanın dayattığı hiçbir çıkmazı çözmemize yararı olmayacak nasılsa. Sonuçta sahte olduğunu iddia ettiği ölüm orucunun her gün birkaç cana mal olur hale gelmesi tam da ekonomik tasarruf paketinin açıklanmasına denk düştü.

Devletin tanımını iyice bellemekte yarar var. Devrildikten hemen sonra dünya tarafından Filistin’in satışıyla görevlendirilen ebedi Cumhurbaşkanımızın aile fertleri birer birer sorgulanıyor. New York’un JFK Havaalanı’nda limuzininden indirilen şahıs uzun süre devletin kilit noktasındaydı. Olsun. Devlet, pişkindir. Burnundan kıl aldırmaz. Kimsenin itibarına halel gelmez.

Tasarruf tedbirleriyle büyük tenzilata tabi tutulan; işinden atılıp açlığa mahkûm bırakılan, ölümüne göz yumulan, insandan sayılmayanlar bu devletin itibarsız kurbanları olarak bir çırpıda unutulacaklar.

Bu yazı yazılırken ölüm orucunda hayatını kaybedenlerin sayısı 14’e çıkmıştı. Artık bir müdahalede bulunmanın zamanı geldiğine ikna olan TÜSİAD da sonunda sesini yükseltti: “Kamuoyunun ekonomik kriz konusunda odaklandığı bugünlerde ölüm oruçlarının sona erdirilmesi konusunda somut adımlar atmayan hükümetin ve konuyla ilgili merci olan Adalet Bakanlığı’nın kayıtsızlığının demokratik hukuk devletine uygun olmayan bir davranış olduğu görüşündeyiz.” dedi. Hükümetin yalnızca sorumluluklarının değil, vicdanının da gereğini yerine getirmesi gerektiğini bildiren sanayici ve işadamları hayli gecikmeli de olsa kendilerini aklamış oldu. Mevsim açılışına denk düşen ölümlerin turizmi zedeleyeceğinden kaygılanan, popülizme karşı Cherokee cipiyle arzı endam eyleyen genç Turizm Bakanı lafı onlar kadar dolandırmamıştı. Bu ¨lümlerin devletin ekonomik çıkarlarını kötü yönde etkileyeceği kaygısı belirdi çoktan. Muktedirler insan hayatından tenzilata gitmenin ‘uygar dünya’da pek kârlı bir önlem olmadığını anlamaya başladılar.

Devlet, bir yolunu bulacak. Ölümler arttıkça üstüne gelenler çoğaldı. Maalesef bu inatçı insanlar hayatlarını, insan muamelesi görme talepleri uğruna devletin başına çalmaya devam ediyor. Ölüm oruçlarında bir çözüme gitmek zorunda kalındıysa, bunun müsebbibi, açıkça söyleyelim ki, milletin vicdan duygusu, halkın insanlık ülküsünde ayak diremesi değildir.

Devlet, halkının vicdanını çoktan yiyip bitirmiş; baskı ve zulümle çoktan kendine suç ortağı etmiştir. Devletin gururla, birlik ve beraberlik çimentosuna daldırarak tuttuğu halk, birbirini yiyor. Tecavüz vakalarının bunca arttığı bir dönem yok, bu toprakların tarihinde. Genç kızlar töre cinayetlerine kurban gidiyor. Küçücük çocuklar kaçırılıp tecavüze uğradıktan sonra çuvallarla oraya buraya atılıyor. Bir çocuğun katledilmesinden milliyetçi bir ayaklanma çıkarabilen, yegâne güç gösterisi ‘oy vermeyeceğim’ olan halkın zaferi değil, kayıtsız Adalet ve Ölüm Bakanı’nın telaşlanması. Ticaret aksamasın telaşına düştü vatanın muktedir severleri. Yoksa hepimiz gayet iyi biliriz ki.....

Devlet, teröristle pazarlık etmez!

Radikal/22 Nisan ‘01