8 Kasım 2009 Pazar

Güler Zere'ler ölmesin!

Geçen yıl gene umursamazlığımızın yapış yapış temmuz ayında, hapishanelerde ölmeye yatmış tutuklu ve hükümlüleri yazmıştım. Kaldırmaya bir türlü mecalimiz yetmeyen.

Bu memlekette bir yakını, bir tanışı cezaevinde yatmayan, yatmamış kimse var mıdır, bilmiyorum.

Varsa da bu durumun doğal olmadığını kendilerine hatırlatmak isterim.

Dolayısıyla cezaevleri koşullarının insan olana verdiği dehşet hissinden korunabilmenin, kendinden vazgeçmişlikle ilintilendirilebileceğine inanıyorum.

İradesi üstünde durmadan tepinilmiş insanların halk pozu verip durdukları memleketimizde hayata, hayati olana yönelik kayıtsızlık ürkütücü boyutlarda.

Ergenekon paşalarının tez zamanda kendilerine özel hastanelere sevk edilerek pek çürük çıktıklarını biliyoruz. Tahliye edildiler. Ne güzel. Ağır hasta insanların cezaevi koşullarında iyileşebilmeleri imkânsız çünkü.

Ama bir de geride kalanlar var. Kendilerine özel hastaneleri olmayan. Arkalarını bir kuruma dayamamış olanlar.

Bir kez cezaevine girdiler mi onlardan toptan vazgeçmemiz gerekiyor, öyle mi? “Öyle yağma yok!” diye bağırmadığımız takdirde hücrelerde-koğuşlarda birer birer tükenecekler.

Ölümcül hastalıkların pençesinde berbat koşullar altında acıdan kıvranarak yaşamaya zorlananlardan biri de Güler Zere.

Bir iki gün önce Mavioğlu gazetemizde yazmıştı: “Ağıziçi ve boynundaki kanserli tümörler nedeniyle damağı alınan ve tedavisinin cezaevi koşullarında mümkün olmadığı Çukurova Üniversitesi Adli Tıp Ana Bilim Dalı’nın raporuyla belirlenen Güler Zere’nin cezasının ertelenmesi başvurusunun hasıraltı edildiği iddia edildi. Çağdaş Hukukçular Derneği (ÇHD) İstanbul Şubesi adına Elbistan Başsavcılığı’na dilekçeyle başvuran avukat Taylan Tanay, Elbistan Cumhuriyet Savcısı Orhan Irmak’ı Zere’nin cezasının ertelenmesi yönündeki başvurusunu işleme koymayarak ‘Kasten adam öldürmeye teşebbüs etmek’le suçladı.”

Güler Zere, 37 yaşında. 14 yıldır tutuklu.

Malatya 1 No’lu Devlet Güvenlik Mahkemesi’nce verilen 34 yıllık hapis cezasının infazını çekmek üzere Elbistan E Tipi Kapalı Cezaevi’ndeyken kanser hastalığına yakalandı. Hastalığının teşhis ve ilk tedavisi Çukurova Üniversitesi Balcalı Araştırma Hastanesi’nde yapıldı. Oradan Adana Karataş Kadın Cezaevi’ne sevk edildi.

Avukatları, Zere’nin tedavisinin cezaevi koşullarında sürdürülemeyeceğini belirterek 12 Mart 2009’da Adana Cumhuriyet Başsavcılığı’na başvurdular. Başvuruda, Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkındaki Kanun’un 16. maddesi uyarınca Zere’nin cezasının ertelenmesini istediler.

Söz konusu maddeye göre, tıbben tedavisine olanak bulunmayan veya tedavisi uzun sürebilecek hastalık durumlarında cezanın hastane mahkûm koğuşunda infazı, hükümlünün hayatı için kesin bir tehlike oluşturuyorsa cezanın infazı geri bıraktırılması gerekiyordu.

Adana Cumhuriyet Başsavcılığı, bu talep üzerine Çukurova Üniversitesi Adli Tıp Anabilim Dalı’ndan rapor istedi. 22 Haziran 2009’da hazırlanan rapor şöyleydi:

“Evre 4 malign oral kavite karsinomu nedeniyle ağır özürlü sayıldığı yaşamının ağır risk altında olduğu, şahsın bir başkasının bakım ve gözetimine muhtaç olduğu, radyoterapi de içerecek yoğun ve ağır bir tedavi gerekebileceğinden bu koşulların sağlanabileceği bir sağlık kuruluşunda tedavi ihtiyacı olduğu cezaevi koşullarında bu bakım ve tedavinin sağlıklı olarak yerine getirilmesinin mümkün olmadığı, belirtilen nedenlerle iyileşinceye kadar hapis cezası infazının ertelenmesinin uygun olacağı...”

Bu raporun aynı gün Adana Cumhuriyet Başsavcılığı’na gönderilmiş olmasına rağmen Zere hâlâ serbest bırakılmadı.

Bu arada Adana Cumhuriyet Başsavcılığı boş durmadı elbet.

‘Zere’nin durumunu ortaya koyan dosyanın Elbistan’da olduğu için başvurunun Elbistan Cumhuriyet Başsavcılığı’na yapılması gerektiği’ yönünde itirazda bulundu.

Avukatlar aynı gün Elbistan Cumhuriyet Başsavcılığı’na faks dilekçe ile başvurdu.

Lâkin Elbistan’dan ses soluk yok. Başvurunun akıbeti ile ilgili olarak avukat Tanay, suç duyurusunda bulundu. Bu başvurunun kaybolmuş ya da kaybedilmiş olduğunu iddia ediyor. Yani kasıt olduğunu.

Zere’nin sağlık durumuyla ilgili beş ayrı rapor var. Zere’nin “ağır özürlü” olduğunu belirten. Ama şimdinin moda terimiyle ‘rövanşist’ devletin şanlı bir neferi olan Elbistan Cumhuriyet Savcısı Orhan Irmak onu 28 saatlik bir yolculukla İstanbul Adli Tıp Kurumu’na sevk ediyor.

Zere’nin avukatı Tanay da savcıyı ilk başvuruyu kasten göz ardı etmekle suçluyor.

Cezaevlerinde sağlık

Siirt E Tipi Cezaevi’nde geçen sene, gene temmuz ayında Ali Çekin, tedavisi engellendiği için hayatını kaybetmişti.

İnsan Hakları Derneği’nin 2008 raporundan cezaevlerinde sağlık sorunları açısından gelen şikâyetlerin dökümünü özetleyerek veriyorum:

* Cezaevlerinde ölüm aşamasında olan hasta mahpusların tedavilerinin yapılmadığı, yetkili makamların bu mahpusları ölüme terk ettiği,

* Cezaevlerinde yatalak vaziyette olan ve kendi ihtiyaçlarını bile karşılayamayan bu insanların hastanelerde bakımının yapılması önünde engeller çıkarıldığı,

* Cezaevi yetkilileri ve özellikle jandarmanın, ciddi sağlık sorunu olan kişileri hastanelerde mahkûm koğuşları olmamasını gerekçe göstererek tedavi ettirmediği,

* Cezaevlerinde yeterli sayıda doktor kadrosu olmaması ve bu gerekçeyle sağlık sorunları olan mahpusların tedavilerinin zamanında yapılamadığı, doktorun cezaevine geleceği gününü beklemesinin söylendiği,

* Cezaevlerinde geceleri doktor bulunmamasından dolayı mahpusların rahatsızlıklarında jandarmanın hastaneye götürmede sorun çıkardığı,

* Cezaevi doktorunun çoğu hastalıkları psikolojik kabul ettiği ve hastaneye sevkte zorluk çıkardığı,

* Hastaneye sevkte jandarmanın özellikle doktor kabulünde kelepçeyi çıkarmadığı,

* Mahpusların tedavisini yapan doktorun kelepçeli tedaviyi kabul etmesi icin mahpusa baskı uygulandığı,

* Özellikle kadın mahpusların jinekolojik tedavileri yapılırken jandarmanın odadan çıkarılmadığı,

* Cezaevindeki sağlık memurunun gece kalmamasından kaynaklı ilaç vermede sorun yaşandığı,

* Cezaevi doktoru tarafından verilen ilaçların çoğunlukla ağrı kesici olduğu ve yeterince kendileriyle ilgilenilmediği,

* Hastaneye ameliyat ve fizik tedavi için götürülen hastalara bilgi verilmeden yeniden cezaevine getirildikleri,

* Uzun süreli cezaevinde bulunan mahpuslarda cezaevinin ve odaların fiziki yapısından kaynaklı görme ve duyma, mesafe algılamada ciddi rahatsızlıkların başladığı,

* Mahpusların sağlık sorunları gerekçesiyle verilen rejim yemeklerinin rejim yemeği olmadığı sadece diğer mahpuslara verilen yemeklerin salçasız şekilde getirildiği,

* Cezaevinde yaşanan ölüm olayında cezaevi doktoru ve cezaevi yetkililerinin çelişkili ölüm beyanları verdikleri,

* Yasamsal sorunu olan hastaların tam teşekküllü hastanelerin bulunduğu illere sevkinin yapılmadığı,

* Yatalak durumda olan hastaların hastaneye sevk edilişinde uygun olmayan cezaevi ring araçları ile götürüldüğü,

* Yaralı olarak cezaevine getirilen mahpusların tedavilerinin yapılamadan hücreye konulduklarını biliyor muydunuz?

Resmi kurum ve yetkililer, mahpusların yeterli düzeyde sağlıklı yaşam koşullarına ve tıbbi bakıma erişimini sağlamakla yükümlüdür.

Uluslararası standartlar, cezaevinde sağlanan tıbbi bakım hizmetinin, cezaevi dışındaki olanaklarla eşit olması düsturu üstüne oluşturulmuştur.

Komitesi’ne göre; “Cezaevlerine gelişlerinde hükümlülere, sağlık bakım hizmetinin varlığı ve işleyişi hakkında bilgi veren ve hijyenle ilgili temel önlemleri hatırlatan bir kitapçık veya broşür verilmesi faydalı olacaktır”.

Komite, ayrıca “Tutukluların gözetim altında bulundukları süre boyunca, tutukluluk sürelerinden bağımsız olarak her zaman bir doktora erişim haklarının bulunması gereklidir.

Sağlık hizmetleri, doktora danışma talepleri gereksiz gecikme olmadan karşılanacak şekilde düzenlenmelidir.” diyor.

Bizim de haykırmamız gerek. Cezaevlerinde can çekişen insanlarımızı tahliye edin!

Onların yaşam hakkını gasp etmeyin!

Onlar sandığınız kadar kimsesiz değil, bunu da iyi bilin!

Yıldırım Türker

13 Temmuz 2009 - Radikal


Kapatılma ve İktidar

Bir cezalandırma biçimi olarak düzenli kapatma uygulaması ve hapishane sistemi esas olarak on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllarda ortaya çıkar. Daha önceki monarşiler sert ve baskıcı niteliklerine rağmen toplum üzerinde yaygın bir kontrol sağlayamamıştır. Birtakım yasalar vardır ama bunlar ne keyfi krallık yönetimi ne de halk tarafından umursanır. Öte yandan gümrük, ticaret vb. konularda yasaları ihlal eden burjuvazi, vergi kaçıran köylülere karşı hoşgörüyle yaklaşır. Suçlular genellikle adaletten kaçar, ancak yakalandıklarında da konulacakları bir hapishane yoktur. Aynı şekilde deliler de toplum içinde serbestçe dolaşırlar, on dokuzuncu yüzyılda kurulacak olan akıl hastaneleri gibi yerlere kapatılmamaktadırlar henüz.

On sekizinci yüzyıl sonu ve on dokuzuncu yüzyılda kapitalizmin gelişmesiyle birlikte toprağa bağlı nüfus kentlere göçüp fabrikalarda çalışmaya başlar. İşgücünün serbest dolaşımına eşlik eden sosyal ve politik hareketlilik burjuvaziyi ürkütür. Burjuvazinin mülkiyetindeki üretim araçlarının, makinaların proleter sınıfın elinin altında olması toplumun denetim altına alınmasını gerekli kılar. Köyden gelip fabrika disiplinine alışamayan, işten kaytaran işçilerin disipline edilmesi, eğitilmesi, üretim aygıtına sıkı bir şekilde bağlanması, düzenli, hiyerarşik, otoriter bir şekilde işleyen fabrika içine kapatılması gerekir. Aynı disipliner süreç içinde öğrenciler yeni kurulan okullara, askerler kışlalara, deliler akıl hastanelerine, suçlular hapishanelere kapatılır. On dokuzuncu yüzyılda hapis, cezalandırmanın genel bir biçimi haline gelir. Eski toplumda olağan sayılan gezginlik, serserilik, göçebelik burjuva iktidarınca hoş görülmez. Her vatandaşın sürekli olarak oturduğu sabit bir ikametgâhı ve düzenli bir işi olması toplumsal denetimin önemli bir koşulu haline gelir. Evlere numara verilir, toplumun yaşamı idari ve polisiye olarak kayıt altına alınır.

Kapitalizmden önce kanunsuzluk ve suçluluk toplumsal hayatın hoş görülen boyutlarıydı. Neredeyse herkes bir ölçüde yasadışı bir hayat sürmekteydi. Suçluyu toplumsal sözleşmeyi bozan bir iç düşman olarak gören anlayış burjuva toplumuyla ortaya çıkmıştır. Bu yaklaşıma göre suçlu, toplum dışı bir yaşam süren kişidir ve bu haliyle bir toplum üyesi, bir yurttaş olarak kabul edilemez. Toplumu bu tür kişilere karşı korumak için cezalandırılmaları, hapsedilmeleri gerekir. Burjuva toplumunda hapis, suçluları, dış dünyadan, toplumdan izole etmenin bir aracıdır. Hapis cezası "eşitlikçidir" çünkü bireyi "özgür zamandan" yani "vakit nakittir" anlamında bir zamandan yoksun bırakır. İşlenen suça bağlı olarak hapis cezasının süresi hesaplanır. Bazı hapis cezalarının paraya çevrilebilmesi para ve zamanın kapitalizmde nesnel ölçütler haline geldiğinin bir göstergesidir. Aynı zaman ölçütü emek sürecinde, işgücünün karşılığı hesaplanırken de gündeme gelir. Emek zamanının karşılığı ücretse, ceza zamanının karşılığı hapistir.

Kapitalizmin tarihi nesnel, herkese uygulanabilir evrensel doğruların, kuralların oluşturulmasının tarihidir. Hapis cezasının ölçülebilmesi nasıl nesnel bir zaman ve hukuk anlayışının oluşmuş olmasını gerektiriyorsa "normalliğin", "sağlıklılığın" ölçülebilmesi de nesnel bir hakikat düşüncesini, bilim ve aklın yasaları tarafından onaylanan evrensel doğruları gerekli kılar. Tıp bilimi anormal, sapkın olarak tanımladıklarına akıl hastanesinin yolunu gösterirken, hukuk bilimi de suçlu addettiklerine hapishanenin yolunu gösterir. Aydınlanmanın, ilerlemenin özgürlükçü olduğunu iddia eden sosyalist varsayımların aksine hapishane ve ceza ekonomisi Aydınlanmanın, bilimciliğin, rasyonalizmin doğal sonucudur. Nesnel hakikat düşüncesinin iktidar olduğu her yerde hapishane vardır.

On dokuzuncu yüzyıl kapitalizmi toplumun büyük ölçekli, merkezi, hiyerarşik, otoriter kurumlar içine kapatılarak denetlenmesini beraberinde getirmiştir. Bu denetim kaba ve disiplinerdir. Toplumu hareketlilik aracılığıyla değil, hareketsizleştirerek, kapatarak kontrol etmeyi hedefler. Aynı sistem kadını da baskı altına alarak aile yapısı içine hapseder. Cinsellik de yasakçı bir zihniyetle kapalı kapıların ardına itilir. On dokuzuncu yüzyılda toplumsallaşma; bedenlerin denetimi, gözetimi, bükülmesi ve kırılması pahasına gerçekleşmiştir. Bu yüzyıl vücutlar üzerinde uygulanan bir siyasal fizik veya toplumsal ortopedi süreci olarak tanımlanabilir. Kapitalist üretim ilişkilerinin toplum yaşamı üzerinde yarattığı tahripkâr sonuçların devlet tarafından denetlenme çabası bir dışlama mekanizmasını gerekli kılar. Suçlular toplumdan tecrit edilir, hapsedilir. Hapishaneden çıkanın toplum içine yeniden kabulü çok zordur. Öte yandan toplumda suçluluğa karşı duyulan korku iktidarın, polisin halk üzerindeki denetiminin artmasına zemin hazırlar.

Kapitalizmde yasallığın, yazılı hukukun kural olduğu, yasadışılığın arızi veya tesadüfi olduğu düşüncesi bir yanılgıdır. Kapitalizm nasıl sadece rasyonel bir sistem değil aynı zamanda irrasyonel bir sistemse, aynı şekilde hem legaliteyi hem de illegaliteyi içinde barındırır. "Yasal boşluklar" denilen şey aslında sistemin illegaliteye olan ihtiyacının açık bir göstergesidir. Yasal olmamasına rağmen uyuşturucu, kadın ve silah ticaretine göz yumulur ve oluşan rant mafya ve iktidar grupları arasında paylaşılır. Öte yandan düzen karşıtlarına karşı uygulanan cezalar, sistemin içinde kalarak yolsuzluk yapanlara oranla daha ağırdır. İktidar gizli servis faaliyetleriyle, olağanüstü hal uygulamalarıyla hukuk sisteminin kısıtlamalarından kurtulma imkânını her zaman elinde tutar.

Batı'da İkinci Dünya Savaşı'na kadar süren dönem bir kapatılma dönemiydi. 1960'lardan itibaren bu kez bir "açılmaya" tanık oluyoruz. On dokuzuncu yüzyıldan farklı olarak işçiler büyük üretim içinde çok uzun saatler kapatılmıyorlar. Büyük üretim yerini periferilere kaydırılan esnek, küçük ölçekli üretime bırakıyor. Çalışma saatleri azalıyor ve esnek hale geliyor. Bilgisayar teknolojisindeki gelişmeler sonucu iş eve taşınabiliyor. Eskiden toplumsal şekillendirmenin önemli bir aracı olan büyük ordu, yerini profesyonel, küçük ordulara bırakıyor. Kadının aile içine kapatılması son buluyor, kadınlar iş hayatına ve sosyal hayata aktif bir şekilde katılıyor. Eğitim de eski katı, disipliner yapısından uzaklaşarak daha esnek hale geliyor. Akıl hastaneleri hâlâ var ama hastane dışı terapi gündelik hayatın sık rastlanan bir unsuru haline geliyor. Deyim yerindeyse, postmodern toplum düşük yoğunluklu bir terapi altında yaşıyor. Hapishanelere gelince, en az yumuşama bu alanda görülüyor. Sistemin asimile edemediği, toplumun marjında yaşayan "suçlu" bir kesimin tehdit edici varlığı hapishanelerin "açılmasını" engelliyor. Bununla birlikte sivil toplum kuruluşlarının girişimleri sonucu hapishanelerdeki koşullarda bazı iyileşmeler sağlanabiliyor.

Eskinin kapatmacı kurumları postmodern toplumda yumuşasalar da, toplumsal denetime yönelik işlevleri değişmeden sürüyor. Öte yandan yeni sistem, toplumu kapatıp hareketsiz bırakarak denetlemek yerine, onu açık alana, hareketin, hızın, tüketimin alanına sürerek denetlemeyi amaçlıyor. Kapatma yerine toplumu kuşatan ağ yapı içine dahil ederek gerçekleştirilen bir kontrol söz konusu burada. Şeffaflığı şiar edinen postmodern toplum, kapalı olanı, görünmeyeni vitrine çıkararak tüketimin bir parçası haline getiriyor. Özdenetimi yüksek, eğitilmiş bir tüketiciler kitlesi, hayatlarının dışında bulunan merkezi-bürokratik bir iktidarın zorunlu kapatması altında yaşayan "tekinsiz" bir halka göre sisteme daha çok güven veriyor. Yeni düzen kitleleri tüketim alanına birbirlerinden yalıtılmış bireyler olarak çekiyor. Görünürdeki bu iletişimsiz açılmaya, evlerinde televizyon izleyen yüz milyonlarca bireyin gönüllü, iletişimsiz kapanması eşlik ediyor. Postmodern iktidar, düzenli tüketici/yurttaş yapamadıklarını dışlıyor; onları gözden ırak gettolarda, varoşlarda yaşamaya mahkûm ediyor. Sistemin gündelik işleyişi açısından tehlike oluşturanları ise hapishanelere dolduruyor.

Yaşar Çabuklu Özgürlükçü Düşüncenin Peşinde "Kapatılma ve İktidar", s. 9-12

16 Mart 2009 Pazartesi

Kırıklar'da Süresiz Açlık Grevi...

İzmir'de Kırıklar 1 No’lu F Tipi Hapishanesi'nde bulunan Misbah Aktaş isimli adli tutsak, maruz kaldığı keyfi uygulamalar ve hak gasplarının sona erdirilmesi talebiyle süresiz açlık grevine başladığını duyurdu.

Misbah Aktaş daha önce de (9 Eylül- 28 Ekim 2008 tarihleri arasında) açlık grevi yapmış ve hapishane yetkililerinin “durumunun iyileştirileceği” sözü üzerine 50. gününde açlık grevine son vermişti. Ancak verilen sözlerin yerine getirilmesi bir yana hapishanede hak gasplarının daha da artması üzerine; Misbah Aktaş'ın, İşkence, kötü muamele ve hak ihlallerine son verilmesi, sohbet hakkının kullandırılması, ziyaretçilerine yönelik keyfi ve rahatsız edici uygulamalara son verilmesi, ziyaret günlerinin değiştirilmesi talepleriyle 12 Mart'ta süresiz açlık grevine başladığı öğrenildi.


15 Mart 2009 Pazar

Tutsaklardan mektup var...

Belki az çok tanıyorsunuz, belki de hiçbir fikriniz yok. Belki de yaşamınızın bir döneminde bizlerle kesişti yollarınız, belki bir arkadaşınızdan biliyorsunuz ya da bir akrabanızdan dolayı tanıyorsunuz bizleri.

Bu mektupta asıl yazacaklarımıza geçmeden önce bir de biz kısaca tanıtalım kendimizi. Kimimiz on sekizindeyiz, kimimiz elli yaşını geçtik. Kimimiz issizdik, kimimiz mühendis; kimimiz isçi, memur; kimimiz öğrenci, işportacı, esnafız.
Neden burada yattığımızı da, neden hapishanede olduğumuzu, 'suç'umuzu da bilmek hakkınız. Kimimizse 'Hapishanelerde Neler Oluyor? Bilmek Hakkınız!' kampanyası çerçevesinde tutsakların yaygın olarak çeşitli kişi ve kurumlara gönderdiği mektupta, bir çağrıda bulunuluyor
Bu mektup Tekirdağ F tipi tecrit hücrelerinde tutuklu bulunan devrimciler tarafından yazılmıştır.
Sendikalarda, derneklerde, meslek odalarında örgütlendik; kimimiz gecekondu yıkımlarına direndik; kimimiz polisin terörüne, baskısına, hukuksuzluğuna karşı boyun eğmedik, karşı koyduk. Ancak hepimiz, IMF'nin, Dünya Bankasının sömürü politikalarına, AB'nin ve ABD'nin kuklası haline gelen, ulusal onurumuzu ayaklar altına alan iktidarlara karşı çıktık. Haklarımız ve özgürlüklerimiz için mücadele ettik. Sonuçta buradayız.
Asil konumuza gelelim. F tiplerini ne kadar biliyorsunuz? Tecrit işkencesi nedir, hiç duydunuz mu? Bilmiyoruz. Ama Almanya'daki Nazi kamplarını duymuşsunuzdur. Ya da bugünün dünyasında ABD'nin Guantanamo'daki hapishanesini veya Irak'taki Ebu Gureyb hapishanesi'ni mutlaka duymuş olmalısınız. Iste ülkemizdeki F tiplerinin de o Nazi kamplarından, Guantanamo ve Ebu Gureyb'lerden farkı yoktur.
Türkiye'deki F tipleri 19 Aralık 2000'de 28 tutuklunun yakılarak, kurşunlanarak öldürüldüğü, yüzlercesinin yaralandığı 'Hayata Dönüş' operasyonunun ardından açıldı. F tiplerindeki uygulamalar söyle:
- F tiplerine gelen herkes daha önce elle ve elektronik cihazlarla defalarca aramadan geçirilmesine rağmen girişte atlet ve külotunuz da üzerinizde kalmayacak şekilde çırılçıplak soyulur. Dayatılan bu onursuz ve ahlaksız aramaya direnirseniz, dayak yersiniz.
- Hastane ya da mahkemeye gidip gelirken daha hapishaneden çıkmadan gidişte BES, dönüşte BES kez olmak üzere tam ON kez aramadan geçirilirsiniz.
- Kaldığınız hücreler TEK ya da ÜÇ kişiliktir. Tek kalıyorsanız hiç kimseyle, üç kişi kalıyorsanız yanınızdaki IKI KISI dışında -gardiyanlar hariç- kimseyle konuşamaz, kimsenin yüzünü bile göremezsiniz. Hastane ve mahkemelere götürülürken bile hücrelere bölünmüş araçlarla götürülürsünüz.
- Mahkemeye sunacağınız el yazısı savunmanız önce hukuki bir bilgi ve yetkiye sahip olmayan gardiyanlar tarafından denetlenir. Gardiyanlar tarafından 'sakıncalı' bulunmaz ve 'olur' denilirse dilekçenizi mahkemeye ulaştırabilirsiniz. Yoksa el konulur.
-Avukatınızla görüşmeye giderken yanınıza kağıt kalem almanız yasaktır.
Hücrenizden en fazla elli adim uzaklıktaki avukat görüsüne giderken, gidiş ve dönüşte tam üç kez aranırsınız.
- Bir haksızlığa uğradığınızda verdiğiniz dilekçenin akıbetini bilemezsiniz. İşleme konulup konulmadığını öğrenmek için bile dilekçe üstüne dilekçe yazmak zorundasınız. (Ek bilgi; dört yıldır F tiplerinden verilen on binlerce suç duyurusu dilekçelerine rağmen ne uygulamalar değişmiştir, ne de keyfi dayatmalarda bulunan tek bir görevli cezalandırılmıştır. Keza gelen ve giden mektuplarımızın da akıbeti belli olmaz, tıpkı dilekçelerimiz gibi.
- Acil ve hayati rahatsızlıkları nedeniyle revire çıkmak isteyip de 'doktor çarsıda', 'doktor uzmanlık sınavlarını kazanıp gitti' cevaplarıyla doktor yüzü görmeden ölenler veya bizzat 'doktor' tarafından hastaların kovulması F tiplerinin 'sıradan' olaylarıdır.
F tiplerindeki tecrit uygulamalarını daha da uzatabiliriz. Hem de sayfalarca. Ama gerek yok. Sanırız aktardığımız bu birkaç madde bile yeterince anlatıyor tecriti.
Ve simdi yeni Ceza İnfaz Kanunu (CIK) ile bütün bu yasadıklarımız, maruz kaldığımız tecrit işkencesiyle sessiz sedasız hücrelerimize gömülmek istemiyoruz.
Yeni CIK'in tek bir maddesi değil, bastan sona bütün maddeleri incelendiğinde tecrit işkencesinin, hukuksuzluğunun yasal uygulamalar haline getirildiği görülecektir. Bu mektubu, bilmediğiniz, duymadığınız ya da şimdiye kadar da yanlış bilgilendirildiğiniz F tipleri, tecrit ve Yeni CIK konusunda GERÇEKLERI bir de bizden öğrenin diye yazdık. Ama sadece bu gerçekleri bilesiniz, öğrenesiniz diye değil. Bu gerçekleri başkalarına da aktarmanızı istiyoruz. F tiplerindeki tecrite ve bu tecriti yasal bir uygulama haline getirecek olan yeni CIK'e karşı çıkmanızı istiyoruz.
İsterseniz önce dile getirdiğimiz bu gerçekleri araştırın, soruşturun; biz burada söylediğimiz her cümleyi dilerseniz belgelerle, tanıklarla kanıtlayabiliriz. Bize yazmanız, sormanız yeterli. Ancak bu söylediklerimizin gerçek olduğuna inanır, ikna olursanız bir sorumluluk da yüklenmiş olacaksınız. Her şeyden önce vicdanen, adalet duygunuza karşı bir sorumluluktur bu. Kendinize karşı duyduğunuz ya da duyulmasını istediğiniz saygının zedelenmemesi için bu sorumluluğu yerine getirmelisiniz. 'Bana ne' dediğinizde bilin ki, en basta insanlığınızdan bir şeyler kaybetmiş olacaksınız. Biliyoruz, belki ağır bir itham oldu ama ne yazık ki böyle olacaktır. Düşünün Ve unutmayın, 20 Ekim 2000'de F tipleri ve tecrite karşı başlatılan ölüm orucunda şimdiye kadar 123 insan öldü. 600'den fazla insan sakat kaldı. Belki ilk defa duydunuz, belki de görmek, duymak istemediğiniz bu gerçekle bir kez daha karsılaşmış oldunuz bu satırlarla.
Sonuç olarak istesek de istemesek de, bir direniş yöntemi olarak doğru ya da yanlış da bulsanız, ölümlerin yaşandığı bir GERÇEK'TİR. Ve bilirsiniz ki, kimse durduk yerde ölmez, ölemez. Tecrit denilen politikanın nasıl bir şey olduğunu anlamanız için hatırlatmak istedik bunu da.BU MEKTUBUMUZLA BIR ZINCIR OLUSTURMAK ISTIYORUZ. Tecrit denilen karanlık kuyuda boğulmak istenenleri boğdurmamak için uzatılan bir zincir olsun, bu zinciri oluşturmak için; Mektubumuzun fotokopilerini çekerek tanıdıklarınıza, eşinize dostunuza postalayabilirsiniz; mektubumuzu internet ortamında dağıtabilirsiniz; sendikacıysanız ya da bir dernekteyseniz panonuza asabilirsiniz; gazeteciyseniz kösenizde yer verebilirsiniz, haber yaptırabilirsiniz; ev kadınıysanız misafirlerinize okutabilirsiniz; esnafsanız işyerinize asabilirsiniz; milletvekiliyseniz meclis kürsüsünden okuyabilirsiniz; bu mektubu bir gazete ya da dergide okuduysanız küpürü kesip cüzdanınıza koyup yakınlarınıza okutabilirsiniz. Kısacası sözlü ya da bu haliyle yazılı olarak elden ele, kulaktan kulağa BIR ZINCIR OLUP ulaşmalı bu gerçekler.
İnsan düşüncesinin başka ve zorla yok edilmesine karşıysanız, işkenceye, haksızlıklara ve adaletsizliklere karşıysanız, insanın sadece mezarda yalnız kalabileceğine inanıyorsanız ve TECRIT denilen bu silahın bir gün size de yönelmesini istemiyorsanız BU ZINCIRE BIR HALKA DA SIZ EKLEYIN! F tiplerinde tecritin kaldırıldığı, ölümlerin durdurulduğu günlerde görüşmek umuduyla hoşcakalın.

TEKİRDAĞ F TİPİ HAPISHANESİ'NDEN DEVRİMCI TUTSAKLAR

2 Mart 2009 Pazartesi

























Açlık - Hunger 20 Mart 2009'da İstanbul, Ankara ve Diyarbakır'da gösterime giriyor. Yalınayak olarak Açlık filmini destekliyoruz...
http://www.facebook.com/pages/Aclk/54424888302

30 Ocak 2009 Cuma

Edirne F tipinde Kürtçe yasağı

EDİRNE (29.01.2009)- Adalet Bakanı, “hapishanelerde sorun yok” diye dursun, keyfi uygulamalar ve hak gasplarına her gün bir yenisi daha ekleniyor. Edirne F Tipi Hapishanesi'nde tutsaklara Kürtçe konuşma yasağı uygulanıyor.

Kürtçe konuşma yasağı yok” diyen Adalet Bakanı'nı yalayan Av. Asya Ülker, Edirne F tipi'nde Kürtçe konuşma yasağının uygulandığını belirtti. Ülker, hapishanedeki aramaların çok kötü şekilde yapıldığını, hücrede bulunan defter ve tutsakların yazılarına el konulduğunu kaydetti. 'İdeolojik görülen' yazılar nedeniyle tutsaklara sık sık keyfi disiplin cezaları verildiğini aktardı.

Av. Ülker, Edirne F Tipi Hapishanesi'nde aile ve avukat görüşlerinde, revire götürülmeleri esnasında, tutsakların rencide edici muamelelere maruz kaldıklarını, arama noktalarında kemerlerinin çıkarıldığını, fermuarlarının açtırıldığını ve bu uygulamanın iki aydır devam ettiğini söyledi.

Ülker, tutsaklara hücrelerinden çıkarılmadan önce fermuarlı pantolon giymemeleri, bunun yerine eşofman giymeleri istendiğini ifade etti. Ülker, karşı çıkan tutsakların ise aile ve avukat görüşlerine çıkartılmadığını vurguladı.

Kaynak: Atılım

25 Ocak 2009 Pazar

Mapusane Mektubu

Yakınınız düşmüşse size de geliyordur; ben sık sık mektup alırım cezaevlerinden.
Yalnızca cezaevlerinden yola çıkılarak yazılabilir bu memleketin tarihi. Metris'in, Ulucanlar'ın, Diyarbakır Askeri Cezaevi'nin ve bütün cezaevlerinin tarihinde hayatımızı hücre cezasına çeviren karanlığın uğultusu en açık işitilir. Oralarda zulüm en çıplak haliyle yaşatılır.
Mapusluk, bu toprakların zengin bir kültürel öğesidir. Sıla gibi. Gurbet gibi. Yerleşik bir adalet sisteminin ceza uygulamasından çok öte bir anlam iklimini barındırır. Halk edebiyatının bereketli bir motifi olmakla kalmaz. Şehirli orta sınıfın da, soğukkanlı bir mesafe kurmaktan aciz bırakıldığı bir durumdur. Çoluk çocuk dahil, bu topraklarda yaşayan kimse mapusluk öykülerine yabancı değildir. Toplumsal merdivenin en üst basamaklarında oturanlar dahi bir kader gibi mapus damlarından geçmiş, bu durumu iktidarın doğal aidatıymış gibi sineye çekmiştir. Hapis yatmak, öncelikle hayatın cilvesi, kader, tesadüf, kem talih gibi algılanır. İlk elde akla suçu getirmez. Kader kurbanları toplumu. Herkesin evinin bir köşesinde; süslü bir vitrinde duran ya da arabaların ön camında sallanan boncuktan kuş bibloları. Ceplerde çekirdek tespihler. Mapusanelerden el emeği göz nuru, hazin sabır eserleri.
Orada yaşatılanlara kulak vermek zorundayız.
Bugün sizinle Buca F Tipi Cezaevi'nden gelen bir mektubu paylaşmak istiyorum. Zana Mazak yazıyor. Biraz kısaltarak aktarıyorum:
"Yaklaşık 11 yıldır cezaevindeyim... Yanlış hatırlamıyorsam 2002 yılından beri bahşedilen bir hakla haftada 10 dakika ailelerimizle telefonda konuşabiliyoruz. 1 Ekim 2006'ya kadar Kürtçe konuşanla Kürtçe, Türkçe konuşanla Türkçe konuştuk. Herhangi bir yasak veya sınırlamayla karşılaşmadık. Ancak her ne olduysa tam da 1 Ekim 2006 günü telefonda Kürtçe konuşmamız yasaklandı. Cezaevi yetkilileri ailelerimizle Kürtçe konuşabilmemiz için bir dilekçeyle Türkçe bilmeyen yani Kürtçe konuşanların isim ve adres-lerini bir dilekçeyle bildirmemizi istediler... Bu isteme cevabımızın ne olduğuna geçmeden önce bu mevzuatın yasal düzenlemelerini sizinle paylaşmak isterim...
1 Haziran 1995'te yürürlüğe giren Ceza İnfaz Yasası'nın İnfazda Temel İlke başlıklı 2. maddesi, (1) Ceza ve güvenlik tedbirlerinin infazına ilişkin kurallar hükümlülerin ırk, dil, din, mezhep, milliyet, renk, cinsiyet, doğum, felsefi inanç, milli veya diğer fikir yahut düşünceleri ile ekonomik güçleri ve diğer toplumsal koşulları yönünden ayırım yapılmaksızın ve hiçbir kimseye ayrıcalık tanınmaksızın uygulanır.
(2) Ceza ve güvenlik tedbirlerinin infazında zalimane, insanlık dışı, aşağılayıcı ve onur kırıcı davranışlarda bulunulamaz.
CİY Madde 66- (1) Kapalı ceza infaz kurumlarındaki hükümlüler, tüzükte belirlenen esas ve usullere göre idarenin kontrolündeki ücretli telefonlar ile görüşme yapabilirler. Telefon görüşmesi idarece dinlenir ve kayıt altına alınır. (....)
Dikkatinizi çektiği gibi temel ilke niteliğinde olan yasa maddesinde 'Dil, ırk, milliyet' ayrımı yapılamaz, 'aşağılayıcı, onur kırıcı davranışlarda bulunulamaz' deniliyor. Telefon açma hakkımızı düzenleyen maddede her ne kadar 'tüzükte belirlenen esas ve usul' denilse de telefonda kullanılacak dile özel bir vurgu yok. Zira olsaydı temel ilke maddesi boşluğa düşecekti.
Şimdi tüzük maddesine geleyim ve ondan sonra derdimizi izaha çalışayım.
Madde-88) Telefon görüşmeleri Türkçe yapılır. Ancak hükümlünün Türkçe bilmemesi veya görüşeceğini bildirdiği yakınının mahallinde yaptırılacak araştırma ile Türkçe bilmediğinin tespit edilmesi halinde konuşmanın yapılmasına izin verilir ve konuşma kayda alınır. (....) (20.03.2006 tarihli Bakanlar Kurulu kararıyla yürürlüğe giren Cezaevi İç Tüzüğü Ceza İnfaz Kurumlarının Yönetimi ile Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Tüzük)
Benim/bizim bildiğim(iz),
yasa hükümleri tüzük hükümlerinden üstündür.
Tüzükler yasalara aykırı olarak düzenlenemezler. Tüzük ile yasa çeliştiğinde yasa hükmü uygulanır.
Yasalar ile tüzüklerin niteliğini bir tarafa bırakalım. Bu ülkeyi yönetenler pratikteki tüm inkârcılıklarına rağmen mevzu her açıldığında Kürtlerin Türkiye Cumhuriyeti'nin eşit vatandaşı olduğunu, hiçbir ayrıma tabi tutulmadıklarını söylerler. Bir an için on binlerce insanımızın ölümüne sebep uygulamaları bir yana bırakalım, 5-6 aydır ailelerimizle Kürtçe konuşmamızın yasaklanması, eşitliğe aykırı, ayrımcı bir uygulama değil mi? Bunu da bir tarafa bırakalım, 'mahallinde yaptırılacak araştırma' ile ailelerimiz/akrabalarımızın karakollara çağrılarak, polis jandarma ekiplerince ailelerimiz/akrabalarımızın kapısına dayanarak Türkçe bilip bilmediklerinin sorgulanması aşağılayıcı bir uygulama değil mi?
Mahallinde araştırma nasıl yapılıyor, biliyor musunuz? Türkçe bilmeyen aile ve akrabalarımızın isim ve adresi isteniyor. Bu ayrımcı, aşağılayıcı uygulamayı kabul edersek savcılık adresin sorumluluk alanına göre asker veya polise talimat veriyor.
Talimatı alan asker veya polis ismini verdiğimiz (ya da Türkçe bilmediğini ihbar ettiğimiz) yakınımızı ya karakola çekip sorguluyor veya cemse veya polis minibüsü ile kapıya dayanıp Türkçe bilip bilmediklerini sorguluyor. Veya en iyi ihtimalle -cezaevi yetkilileri uygulamayı savunmak adına öyle diyor- mahallenin muhtarına, bakkalına, apartman yöneticisine, bizimkilere çaktırmadan sorup mahallinde araştırmasını yapıyor.
Düşünün, 50-60 yaşındaki bir anne/baba karakolda sorguya alınıp dil bilip bilmediği öğrenilmeye çalışılıyor. Düşünün; Diyarbakır'ın bir mahallesindesiniz, gündüz vakti bir polis otosu kapınıza dayanıyor ve onca insanın içinde sizi sorguluyor.
Düşünün, mahallenin muhtarı, binanızın yöneticisi veya mahallenizin bakkalından polisin sizi soruşturduğunu öğreniyorsunuz. Düşünün, Hakkâri'nin ücra bir köyündesiniz ve iki-üç cemse panzerler eşliğinde köyünüze geliyor ve Türkçe bilip bilmediğiniz sorgulanıyor.
Düşünün, neyse bu kez düşünmeyin; şöyle diyeyim, 10-11 yaşında bir yeğenim var ve onunla hep Türkçe konuşuyorum ama varsay ki Türkçe bilmiyor deyip dilekçe verdim, bu çocuğun karakola çağrılıp sorgulanması veya polisi/askerin kapımıza dayanıp Türkçe bilip bilmediğini sorgulamasını kendime, aileme, o sabiye nasıl izah ederim. Aklım, vicdanım almıyor, algılamıyor...
5-6 aydan beri Adalet Bakanlığı, Başbakanlık, TBMM, İHD vb. başvurmadığımız resmi, gayriresmi makam kuruluş kalmadı. İHD ve ÇHD gibi STK'lar dışındakilere yani uygulayıcı resmi kurumlara bir türlü derdimizi anlatamadık."
On yıllardır dayatılan seferberlik hali, bu toplumun duyarlıklarını törpülemiştir. Soğukkanlı bir dille tartışır gibi yaptığımız, adına bin bir güçlükle Kürt sorunu dediğimiz hayatımızın açmazını bir de buradan okumaya var mısınız?
Yaratıklar, itoğlu itler bir de utanmadan nelere itiraz ediyor, diye kös dinleyenlerdenseniz korumaya ant içtiğiniz Cumhuriyetiniz size hayırlı olsun.
Ama bir halka, etnik kimliğine dayanarak zanlı muamelesini reva gören; cezalıya esir, yakınlarına rehinmiş gibi davranmakta bir beis görmeyen anlayışın bizi getirmiş olduğu nokta sizi de kaygılandırıyorsa, cezaevlerinden gelen mektuplara kulak vermelisiniz.
Onlar, aslında hepimize bizim hikâyemizi anlatıyor.

Yıldırım Türker - 19 Mart 2007

Kaynak: Radikal

İHD HAPİSHANELER RAPORU (Eylül 2008 - Ocak 2009)

CEZAEVLERİNDE YAŞANAN SORUNLAR DEVAM EDİYOR. ADALET BAKANI SORUN YOK DİYOR.

Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin, cezaevlerinde yaşanan hukuk dışı ve keyfi uygulama iddialarının gerçeği yansıtmadığını ileri sürerek, cezaevlerinde sohbet hakkı dahil hiçbir sorunun olmadığını iddia etti. Şahin, 45/1 Nolu genelgenin bütün cezaevlerinde uygulandığını savundu.

Bize yapılan başvurular Adalet Bakanı Şahin’in söylediklerinin tam tersini göstermektedir.
• Genelgede yer almamasına rağmen, Kürtçe konuşma yasağı devam etmektedir. Kürtçe konuşulduğunda da telefon ve ziyaretçi görüşü engellenmektedir. Kürtçe konuşanların Türkçe bilmediğini ispatlaması istenmektedir.
• Cezaevlerinde yayınlanan (45/1) genelgeye rağmen tutuklu ve hükümlülerin ortak alanları kullanamadığı ve cezaevi idaresiyle yapmak istedikleri görüşmelerin sürekli olarak engellendiği belirtilmektedir.
• Sincan 1 No’lu F Tipi Cezaevi’nde hükümlü bulunan Tahir Laçin, Erol Zavar, Ali Gülmez, Zeynel Karabulut ve Ercan Akpınar; “Adli tutukların, siyasi tutuklulara ağır küfürler edip, 'Kürtlere ölüm' sloganı atıp, siyasilerin hücrelerine havalandırmadan cam eşyalar ve kaynar su attıklarını, insan onurunu kırıcı hareketlerde bulunduklarını ” belirtmektedirler.
• Cezaevlerinde genel aramalarda ciddi hak ihlalleri yaşanmaktadır.
• Diğer cezaevlerinde 45 günde bir yapılan genel aramaların Kırıkkale F Tipi Cezaevi'nde 15 günde bir yapılmaktadır.
• Tutuklulara basit nedenlerle çok sayıda disiplin ve hücre cezası verilmektedir. İdarenin verdiği panoya yine kendi denetimlerinden geçen bir fotoğrafı asmak saldırı ve disiplin cezası nedeni olabilmektedir.
• Cezaevlerinde haftalık gazete ve dergilere sansür uygulanmaktadır. Bolu F Tipi Cezaevi’nde Mehmet Kulaksız’ın bulunduğu hücredeki gazete eklerine el konulmuştur.
• Cengiz Kahraman’ın, derneğimizin düzenlemiş olduğu Çember konulu fotoğraf ve resim sergisine göndermek istediği 3 adet resmine idare tarafından el konulmuştur.
• Kırıkkale F Tipi Cezaevi’nde bulunan tutuklu ve hükümlülere uzun süredir çeşmeden içme suyu verilmemektedir. İçme suyunu kantinden satın almak zorunda kalan tutuklu ve hükümlüler aylık ortalama 50 YTL su parası ödemektedir.
• Yaşlı ziyaretçiler girişte göz retina taraması sırasında cihazı kullanmakta zorlandıkları için ziyarete geç kalmaktadırlar.
Cezaevlerinde yaşanan sağlık sorunları ve tedavi engelleri giderek artmaktadır. Basit hastalıklar bile kronik hale gelmektedir.
Ulusal Verem Savaş Dernekleri Federasyonu Yönetim Kurulu Üyesi Prof. Dr. Zeki Kılıçarslan, hapishanelerin verem hastalığı konusunda önemli yerler olduğunu söyleyerek, "Buralarda tüberküloz ile mücadele ciddi bir sorun. Nakillerde, hastaların tedavisinde değişiklikler olabiliyor. Nakil olan hastalar yeterince takip edilemiyor. Hapishanelerdeki tüberkülozla mücadele konusunda bir çalışma grubu oluşturulması gerekir" demiştir.
• Yemeklerin kalitesiz, suyun sağlıksız olmasının ağır sağlık sorunlarına davetiye çıkardığı tutuklu ve hükümlüler tarafından belirtilmektedir.
• Cezaevinde kadrolu doktor olmadığı için geçici görevlendirmeyle gelen doktorların haftada iki gün gelmesi, araya resmi tatiller girince tutuklu ve hükümlülerin sağlık hizmetlerinden faydalanması zorlaşmaktadır.
• Tutuklu ve hükümlülerden ağır sağlık sorunları olanların acil hastaneye götürülmesi gereken durumlarda bile bir ağrı kesici verilerek hücrelerine geri gönderilmektedirler.
• Tutuklu ve hükümlülere reçetelerine yazılan ilaçlar tam olarak verilmemekte, özellikle ağrı kesici ve vitaminler bu kapsamda tutulmaktadır.
• Revire çıkabilen tutuklu ve hükümlülere de rahatsızlıklarının “psikolojik” olduğu söylenerek ya da bir aspirin verilerek geri gönderilmektedir.
• Uzun süreli takip edilmesi gereken rahatsızlıkları bulunan tutuklu ve hükümlüler hiç hastaneye götürülmeyerek tedavileri engellenmekte, gidebilenlerde tedavi kelepçeli ve askerlerin odada bulunması dayatılmaktadır. Bu uygulama reddedildiğinde genelde doktorun odasından zorla çıkartılmaktadırlar.
• Cezaevlerinde artan disiplin cezalarını AİHM’e taşıyan tutuklu ve hükümlüler bu konuda sonuç almıştır. AİHM, başvuru yapan hükümlü Ali Gülmez’e Türkiye’nin tazminat ödemesi kararını vermiştir. Ve Cezaevlerinde yaşanan disiplin cezalarına dönük Türkiye’den görüş istemiştir. Bizler biliyoruz ki AİHM’in bu konuda sonucu olmasına rağmen halen cezaevlerinde disiplin cezası uygulaması devam etmektedir.

İnsan Hakları Derneği Ankara Şubesi Cezaevi Komisyonu olarak, cezaevlerinde yaşanan hak ihlallerinin takipçisi olacağımızı bir kez daha vurguluyor, kamuoyunu duyarlı olmaya çağırıyoruz.


İHD Ankara Şubesi Cezaevi Komisyonu

15 Ocak 2009 Perşembe

Hapishanede 4 ay bir cana maloldu.

Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi tarafından 2005 yılında Lösemi teşhisi konulan ve 2008 Şubat ayında tutuklanarak tedavi süreci kesintiye uğratılan 19 yaşındaki Gurbet Mete tahliyesinden 6 ay sonra hayatını kaybetti.

Lösemi hastası olduğu bilindiği halde, tutuklu bulunduğu süre zarfında tedavisinin engellendiği belirtilen Gurbet Mete'nin; Diyarbakır E Tipi Hapishanesi'ndeki 4 aylık tutukluluğun ardından, hastalığı ölümcül aşamaya ulaştıktan sonra tahliye edilmesi hapishanelerde ölümü bekleyen tutsakları bir kez daha gündeme getirdi.

Hapishanelerde hala çok sayıda kişinin ölümcül hastalıklarla boğuşmakta olduğu ve tedavi için gerekli koşullara sahip olmadıkları için her an hayatlarını kaybedebilecekleri biliniyor.

12 Ocak 2009 Pazartesi

Mahkuma dilekçe yüzünden dayak

MUĞLA'nın Dalaman İlçesi’ndeki Yarı Açık Tarım Cezaevi’nde, mahkumlardan Çetin Eryıldız’ın, Yargıtay'a göndermek istediği dilekçesini kabul etmeyen infaz koruma memuru R.B. tarafından dövüldüğü iddia edildi. R.B. hakkında soruşturma açılırken, hastanede tedavi gören mahkum Eryıldız, güvenlik gerekçe gösterilerek Dalaman Yarı Açık Tarım Cezaevi’nden, Fethiye Kapalı Cezaevi’ne nakledildi.
Denizli'de bir kişiyi öldürmekten 20 yıl, başka bir kişiyi yaralamaktan 2 yıl 10 ay 20 gün hapis cezasına çarptırılan Çetin Eryıldız, cezasının 6 yılını kapalı cezaevinde tamamladıktan sonra iyi hali gözönünde bulundurularak Dalaman Yarı Açık Tarım Cezaevi’ne nakledildi. Eryıldız, hüküm tarihinden sonra çıkan yasalara göre, açık cezaevlerindeki senelik izinlerden yararlanmak için Yargıtay’a dilekçe yazdı. Cezaevinde kalan 14 yılı üzerinden, yılda 2 gün izin hakkı talebini içeren dilekçesini infaz koruma memuru R.B.'ye ileten Eryıldız, cevabı beklemeye başladı. Mahkum Eryıldız, bir süre sonra memur R.B.'ye dilekçesinin neticesini sordu. İddiaya göre, yanlış yazıldığı için dilekçeyi Yargıtay’a göndermediğini söyleyen R.B. ile mahkum Eryıldız arasında tartışma çıktı. Dilekçenin gönderilmesini, eğer yanlışsa bunun kendisine resmi yazıyla bildirilmesini isteyen mahkum Eryıldız’ın, “Bana işimi mi öğreteceksin” dediği iddia edilen memur R.B. tarafından dövüldüğü öne sürüldü. Kavganın diğer memurların araya girmesiyle yatıştırıldığı belirtildi. Dalaman Devlet Hastanesi’ne kaldırılıp tedaviye alınan mahkum Eryılmaz’ın, şikayetçi olması üzerine infaz koruma memuru R.B. hakkında soruşturma başlatıldı. Eryıldız, güvenlik gerekçesiyle Dalaman Yarı Açık Tarım Cezaevi’nden, Fethiye Kapalı Cezaevi’ne sevk edildi.
Fethiye Cumhuriyet Başsavcısı Akif Celalettin Şimşek, “Mahkumun gözüne yumruk atan memura hemen soruşturma açtık. Konuyu detaylı şekilde inceleyip gerekeni yapacağız” dedi.(dha)

Kaynak: Radikal