25 Aralık 2007 Salı

F

Düşünce ve ifade özgürlüğü ile yeni kısıtlamalar gündemde. Yeni kısıtlamalar, Avrupa Birliği’ne sunulacak “demokratikleşme” revizyonunun örtüsü altında gizleniyor. Asayiş aygıtı, onyıllardır alıştığı işi yapıyor: Özgürlük kısıtlayıcı yasalarda düzeltmelere mecbur kaldığında, kanun metnini değiştiriyormuş gibi yapıp aslında değiştirmeyerek ya da orasına bir iki lâf, şurasına bir noktalı virgül sıkıştırıp daha beter ağırlaştırarak, o da olmazsa, o zamana kadar sotada bekleyen bir başka kanun maddesini ‘aktive ederek’, yine geçit vermiyor.
Radikal’in Yayın Yönetmeni İsmet Berkan, diğer gazetelerin ve televizyonların, bırakın “yakın ve açık tehdidi”, salt “huylanma” üzerine cezâî yaptırım uygulamaya cevaz veren bu yeni düzenlemeler karşısındaki kayıtsızlığını, gamsızlığını eleştiriyor. Gerçekten de öyleler. Sadece bu konuda değil, birçok konuda öyleler. Kayıtsızlık ve kanıksamanın yakın zamanlardaki en ürpertici örneklerinden birini hatırlayalım bu vesileyle? 32 insanın ölümüyle sonuçlanan “Hayata Dönüş” Operasyonu ile uygulamaya konan F Tipi hapishanelerinde hâlâ sürmekte olan ölüm oruçlarını... Operasyon ve ölüm oruçlarında hayatını kaybedenlerin sayısının, yaklaşık 13 aylık bir dönem sonunda, 100’e yaklaşmakta olduğunu... Bu süreçte yüzlerce insanın sakat kaldığını, kalıcı hastalıklar ‘edindiğini’...
On-onbeş günde bir, bir insan daha ölüyor; o zaman gazetelerde haber çıkıyor: “Bir ölüm oruççusu daha öldü, ölenlerin sayısı seksen küsura ulaştı” diye. TRT’nin İstiklâl Savaşı gazilerinin ölüm haberlerini duyuran gece yarısı haberlerinin rutinine benzeyen bir rutin... Televizyonlarda, o kadarı da yok. F Tipinde hapis yatmakta olan birisi, mektubunda “ ’ölüm yoksa haber de yok’ politikası”ndan bahsediyordu. Bu da biraz iyimser bir tanımlama olmasın sakın?
Türkiye’ye, dünyaya, aktüaliteye yabancılaşarak, hâdiselere biraz mesafelenerek baktığınızda, aklın ve vicdanın almayacağı bir durum bu. İnsanın hayvan sıfatlarından biri kuşkusuz kanıksayan hayvandır; ama yine de kanıksanması çok çok zor bir durum. ‘Kamuoyu denen şekilsiz varlığı’ bir kenara bırakalım, medyanın bu sistemli kanıksamasını neye bağlamalı? Birinci sebep, şüphe yok, hükümetin ve hükümet-üstü kuvvetleriyle devletin, bu meseleyle meşgul olunmasını istememesi. İkinci sebep, şüphe yok, medya yönetimlerinin de büyük çoğunlukla, bu eylemi yürütenleri artık insan sınıfının dışında addeden bakış açısını paylaşıyor olması.
Üçüncü sebep ise, Hikmet Sami Türk istediği kadar “örgütün talimatları... örgütün talimatları... örgütün talimatları...” desin dursun, insanların böyle bir ölüm rutinine girmesinden rahatsızlık duyan medya çalışanları (ve bu meseleyi dert edinen avukatların, insan hakları aktivistlerinin, yurttaşların çoğu) ile, ölüm oruççularının saikleri, dilleri, ilişki ağları arasındaki temassızlıktır. Yaşananların olağanüstü sertliği, ölüm oruçlarını -değişik talepler, gerekçeler ve kararlılık dereceleriyle- yürütenler ile, onların davalarına angaje olmaksızın insan haklarını savunanlar arasındaki mesafeyi, hiçbir zaman olmadığı kadar büyüttü. Hücre hayatına zorlananların temel insan haklarını savunanların bu savunusu, büyük ölçüde gıyabî bir savunuya dönüştü. Birisinin insan haklarını, onun politik talebiyle özdeşleşmeden savunmak... Tersinden söyleyince daha güçlü: Birisinin politik talebiyle özdeşleşmeksizin de, onun insan haklarını savunmak... Bu ‘saf’ insan hakları savunuculuğu pozisyonu, sosyo-politik davranışlar bütçemizde bir ‘açık pozisyon’dur ne yazık ki... Bu kıtlıkta, İnsan Hakları Derneği, Türkiye İnsan Hakları Vakfı, Mazlum-Der, Türk Tabipleri Birliği, üç büyük ilin baroları, birçok demokratik kitle örgütü, en azından bu yapılar içerisinde söz sahibi birçok insan, ve Saadet Partisi Rize milletvekili Mehmet Bekâroğlu, bu pozisyonu doldurmak için gayret sarfettiler. Medya, özellikle “büyük” medya, onların bu gayretini, onların duygu ve düşüncelerini aktarmadaki organize nekesliğiyle, insanlık nâmına çok ağır bir hizmet kusuru işledi, işlemeye devam ediyor.
Ölüm oruçları deneyimini, ölüm oruççuları, onların yakınları ve “yetkililerle” burun buruna yaşayan psikiyatrist hekimler Erol Göka ve Özge Yenier Duman, Toplum ve Bilim’in 90. (Güz 2001) sayısındaki değerlendirmelerinde, eylemcileri en fazla travmatize eden etkenin, kamuoyunun seri ölümler karşısındaki kayıtsızlığı olduğunu saptıyorlar. Emin olun, bu kayıtsızlığın travmatik etkisine maruz kalanlar sadece onlar değil. Mehmet Bekâroğlu boşuna demiyor: “Belki sessizliğin derinleşmesini sağlayan da bu suçluluk duygusudur... ama trajedi hepimizindir. Korkulur ki, bugün değil ama yakın bir gelecekte bedeli hep birlikte ödeyeceğiz.”
Büyük medyanın kıyılarında, ama yine de ‘kamuoyu denen şekilsiz varlığın’ göz mesafesi içinde, bu iç karartıcı meseleyi mesele edenler de var, çok şükür. İki örneği minnetle anmak istiyorum.
Hüseyin Karabey’in Sessiz Ölüm filmi, uzun süre, sinema şenlik/festivallerinde, kültür merkezlerinde gösterildi; birçok küçük şehirde bu küçük ölçekli gösterimler de engellendi. Şimdi, birkaç sinema salonuna çıkmış bulunuyor. Bu filmin, yüreğe oturan bir mesajı var - fakat bir “mesaj filmi” değil. Türkiye’de F Tipiyle tartışmaya gelen ama tartışılamayan tecritçi ceza uygulamasının nasıl global, nasıl Batılı-çağdaş bir olgu olduğunu görebilirsiniz. Sessiz Ölüm, Avrupa ve Amerika’da yoğun, ciddi, zahmetli bir çalışma sonucu kotarılmış, hususen Türkiye’ye değil cümle insanlığa yapılmış bir film. Olay, medenî dünyamızda geçiyor.
Aylık PostExpress dergisinin 15 Aralık-15 Ocak tarihli 8. sayısında, “Hayata Dönüş operasyonunun Yıldönümünde Ölüm Oruçları: Yaşayanlar Anlatıyor” başlıklı, hücre uygulaması mağdurlarıyla yapılmış 16 tabloid sayfa dolusu söyleşi (artı bu konuyla ilgili New York Times’tan çevrilmiş beş sayfa röportaj) yayımladı. Gerek mâhut operasyon ve tecrit uygulaması hakkında, gerek bu zulüm politikasının insanî tahribatı hakkında, gerekse ölüm oruççularının hem motivasyonları hem görüş farkları, ikircimleri hakkında son derece güçlü bir dokümantasyon var burada. Cana değicidir ve kalıcı değerdedir.
F Tipi hapishaneler, tecrit yerleri. F Tipine kapatılmış birisinin, diğer mahpuslardan üçüyle-beşiyle haftada üç saat-beş saat görüşmesi, acaba “örgütün cezaevinde kontrolü ele geçirmesine” yol açar mı? -devletin “ilgili yerlerinde” daha bunun tetkikleri yapılıyor. Mahpuslar ve aileleri, kendi sorunlarını zikreden üç beş satırı nafile arayacakları gazetelere, dergilere para yetiştiremiyorlar, ya da yasaklarla engelleniyorlar. Onların “kamuoyu”yla ilişki yolları, mektuplardan ibaret. Tanıdıklarına ya da tanımadıkları gazetecilere, yazarlara mektuplar yazarak iletişim arıyorlar. Kimisi anonim mektuplar, kimisiyse şahsîliği olan... Kimisi propagandif, kimisi ince ince düşünülmüş...
F Tipi hapishanelerin birinden gelen bir mektupta, mahpusların birbirleriyle nasıl iletişim kurduğu anlatılıyordu: “Tenis topu büyüklüğündeki topların sırtına bağladığımız notlarımızla chatleşiyoruz. Bu chatleşme internettekinin aksine bizi öyle yakınlaştırıyor ki! Tek başımıza olsak da yalnız kalmıyoruz hücremizde.”
Buradan, mütevazı bir öneriye varacağım. Hele elektronik haberleşme yaygınlaşınca iyice nesli tükenen, zahmetli hale gelen bu iletişim aracı, mektup, zaten yitmemesi gereken, kıymetli bir akıl/fikir/dert/gönül paylaşma mecrasıdır. Salt F Tipi tecritteki insanların varlığı, mektubu yitirmemek, mektup yollarını genişletmek için yeter sebeptir. “Oradakilerle” mektuplaşan, hayır işler. Hiç kimselerle konuşamayanla, konuşturulmayanla konuşmuş olur. Tabii kendi kendisiyle de... İsteyen, İnsan Hakları Derneği’nden, barodan, bir yerden adres bulabilir. Yanlış bilmiyorsam bir ara İnsan Hakları Derneği İstanbul Şubesi bu tür bir mektuplaşma kampanyası tasarlamıştı - başkaları da tasarlayabilir. Bir ucundan tutmak, bir deneme, bir başlangıç yapmak için kampanya da şart değil.
Düşünmez miydiniz?
Tanıl Bora
28 Ocak 2002 - medyakronik

24 Aralık 2007 Pazartesi

F tipi psikologluk

Bir disiplin olarak psikoloji pek masum görünür. Her ne kadar "psikolojik" ifadesinin mustarip olduğu korku ve endişe algısı, toplum için önemli bir önkabulse de, dahası "psikolog" figürü, mahremiyete bağlı direnci kıran, zaafları görmeye ve yüzüne çarpmaya muktedir olan bir "risk" olarak düşünülse de, kendi başına 'psikoloji' kavramı, sağduyu, selamet, metanet, başarı, verim, iyilik, güzellik, hoşluk tabloları ile anılır. Psikologlar, toplumun aklıselim ve anlayışlı unsurları olarak, sosyal terazinin herhangi bir kefesine konulmaz; çoğu kez, dengeleyici unsurlar olarak, sınıflarüstü bir usla algılanır. Hatta, yapılan kimi araştırmalar, insanların, sosyal adalet kavramını yargıç ve savcılardan çok daha fazla psikologlarla ilişkilendirdiğine ilişkin bulgular taşır. Sigorta şirketlerinin, otomobil kaskoları için psikologlara tanıdığı önemli indirim olanakları da, psikologların trafikte uysal, sakin, dikkatli, adil olacağına ilişkin bir inançtan ileri geliyor olmalı. Bununla birlikte, herhangi bir toplumsal, siyasal konuda taraf olan psikologların yadırganması da, bu algıyı destekleyen başka bir emaredir. Sözgelimi, toplumun zihinsel kurgusunda, bir psikoloğun bir eylemde slogan atarken tasavvur edilmesi güçtür. Psikologların, çileden çıkıp kitleler halinde protestolar tertipleyebileceği ise tahayyül bile edilmez.
Ne var ki, aslında, en genel anlamıyla psikoloji de, psikologların sosyal düzlemi de, psikolojinin ürettiği bilgi de bir ideolojik bağlam içerisinde şekillenir. Psikoloğun üretip uyguladığı bilgi, belirli bir tarihsel, politik atmosferden bağımsız steril bir ortamda değil, pekala içerisinde yaşadığı ve parçası olduğu politik iklimin olanakları ile yaşam bulur. Psikolog bunu amaçlamasa da, hatta kaçınsa da geldiği nokta politiktir. En basitiyle, psikolojinin en pelesenk olmuş ifadesi olan "normallik" kavramının aslında oldukça politik bir kod olması, psikoloğun giydiğinin ne kadar sağlam pabuç olabileceğine işarettir. Bu durumda, kendini çamurda hissetme gereği duyan psikoloğun yapması gereken elbette ayrı bir konudur. Ama bu durumla yüzleşmekle başlamasının gerektiği açıktır.
'F tipi psikologlar'!
Tecrit tipi hapishanelerde adına "Psiko-sosyal hizmet birimi" denilen, mahkumlarca, daha çok psikologlar ile anılan bir departman mevcut. Lakin, Sincan'dan Edirne'ye kadar tecrit hapishanelerinde kalan mahkumların bu birimde görevli psikologlarla ilgili pek yaygın söylemi ise çok ilginç: 'Cezaevinin genelkurmayları!' Mahkumların anlatımları, özellikle F tiplerinde adım atmak için psikoloğa görünmek ve talepleriyle ilgili bilgileri vermek zorunda bırakılmak üzerine bir sistem olduğu yönünde. Psikologla olan ilişki bir tretman kanaati olarak değerlendirilip mahkumun "ehlileştirilmesi" konusunda hangi argümanların kullanılacağını belirliyor. Bu haliyle görevinin, mahkumiyet yaşamı süren bireylerin ruh sağlıklarını gözetmek değil, tecrit rejiminin selameti için çalışmak olduğu, tecritin kurgusundaki siyasal beklentilerin başarısı için bir program yürütmek olduğu pek belli olan ve adına "psiko-sosyal hücum birimi" denmesi daha isabetli olan bu departmanın uygulamaları, tecrit modelinin hem hazırlanmasında hem de işler kılınmasında bir disipilin olarak psikolojinin rolünü ifade ediyor.
Sicil ve müşahade fişi
Tecrit tipi hapishanelerde düzenli aralıklarla kullanılan, "Sicil ve Müşahade Fişi" adlı envanter, sosyal bilgiler, kazai bilgiler, infazla ilgili bilgiler, sağlık fişi gibi bir dizi başlıktan oluşuyor. Tecrit tipi hapishaneler açılmadan önce, genel bir özgeçmiş fişi kullanılıyorken, tecrit modeline bağlı olarak geliştirilen bu dökümanda, mahkumun her türlü davranışsal, ruhsal öyküsünü ve mevcut değişkenleri kontrol altına almaya dönük bir donanım söz konusu. Medeni hal, mali durum, tahsil derecesi gibi bilindik özgeçmiş maddelerinin yanında, mahkumun geçmişte hangi travmaları yaşadığını, bu travmalar karşısındaki tutumunu, bilhassa zayıf yönlerini, başından mühim bir macera geçip geçmediğini, hayatındaki mahrumiyetleri, düşkün olduğu zevk ve alışkanlıkları, ilk kez ne zaman, nerede "bluğa erdiğini", ilk cinsel münasebetini ne zaman yaşadığını, regl öyküsünü, cinsel kimliğini soran maddeler, tecrit tipinin, mahkumun zihnine hakim olma hevesi üzerine olan kurgusunu ele veren önemli işaretler. Fişin ilerleyen maddelerinde, mahkumun hapishaneye geldiğinde ilk "öğüdü" nasıl karşıladığını, cezaevi idaresine direncini, pişman olup olmadığını ölçen sorular, gittikçe tecrit rejiminin fotoğrafını ve psikologların bu rejim içinde konumlandıkları yeri ortaya çıkarır nitelikte. İnfazla ilgili konular başlığı altındaki maddeler ise, ürkütücü olmakla birlikte, tecrit modelinin şifrelerini netleştirmemize yarıyor. Uysal mı, geçimli mi, ideolojik bağlılığı sürüyor mu, samimi mi, riyakâr mı, kimlerle mektuplaşıyor, yazdığı ve aldığı mektuplar hangi konulara temas ediyor, kimler ziyaret ediyor, ziyaretçiler arasında hassas olduğu kişiler kimler, daha ziyade hangi mahkumlarla anlaşabiliyor, çatışıyor, bu konuda ne gibi sebepler düşünülebilir, iyi hareketleri nelerdir, açık olarak tarihleri ile birlikte kötü hareketleri nelerdir, mahkuma verilen imtiyaz ve mükafatlar nelerdir, ruhi ahvali, tezahüratı nedir gibi sorular ve bu minvalde mahkumun bütün sosyal algısına, benlik algısına hakim olmaya yönelik bir dizi madde, tecrit modelinin esasen özel bir psikolojik infaz konsepti olduğunu açıkça ele veriyor.
Söz konusu fişleri dolduran psikologların, politik tutukluların birer hasta, sahip oldukları tüm politik ve toplumsal değerlerin de imha edilmesi gereken değişkenler olduğu önkabulü ile maddelerin karşılarına aldığı notlar, tecritin, bireyin insan yanına dönük nasıl bir tehlike olduğunu apaçık ortaya koyuyor. 'F tipi psikologların', cezaevi popülasyonunu, uysal ve işbirliğine hazır olanlar ve korudukları inanç bütünlükleri ile buna bağlı politik dirençleri itibarıyla, türlü yaptırımları hak edenler gibi bir ölçekle ayırması, psikologların hangi düzeyde taraf olduklarını göze sokar nitelikte.
Genelge ve tecrit
Tüm bunlar, tecrit modelinin, birer ya da üçer kişilik izolasyon mimarisinden ve buna bağlı hukuki bir fenomenden ibaret olmadığını, en başından beri derinlikli bir rejim olarak tasarlandığını, aslında bir model olarak tecritin teknik bir araç olduğunu, asıl üzerine gidilmesi gerekenin "tecrit etme" zihniyeti ve hazırlayıcı-uygulayıcı erkin tecrit modelinden beklediği siyasal hedefler olduğunu gösteriyor. Tecrit karşıtı muhalafetin, pek sınırlı düzenlemeler öngören ve aradan geçen 1,5 aya karşın iki cezaevi dışında uygulanmayan "yatıştırıcı" bir genelge sonrasında, süregiden sorunu örttükçe de inkar eden bir satıhta "durağanlaşması" endişe verici ve bir bütün olarak "tecrit etme" anlayışını ortadan kaldırmak konusunda da umut kırıcıdır.
Müşahade ve Sicil Fişi ise, başta psikologlar olmak üzere herkes için, -ama özellikle genelge suskunu kamuoyu için-, tecrit sisteminin 'küçük düzenlemelerle halel gelmeyecek' derin ve hazırlıklı bir "rejim" olduğuna dair sağlam bir nişane olsun.

ONUR GÜLBUDAK: Psikolog
04/03/2007 - Radikal iki

23 Aralık 2007 Pazar


F tipi sağlığa zararlıdır!

Roma İmparatoru Frederick II, bilim dünyasında, yaptığı acımasız deneyle tanınır.
Frederick, "Yeni doğan bebeklerle sosyal ilişki kurulmazsa, bebekler, ana dillerini değil, her insanın doğuştan bildiği, insanlığın ortak dilini konuşurlar" hipotezini sınamak için, yeni doğmuş birçok bebeği, annelerinden ayırıp bir kurumda tecrit etmiş ve bakıcılarının bebekleri yalnızca, beslemeleri, giydirmeleri ve yıkamalarına izin vermiştir. Başka hiçbir sosyal ilişkiye girmeyen bebeklerin tümü, varlığına inanılan tanrısal bir dili veya ana dillerini konuşamadan ölmüşlerdir. Bir gözlemcinin deneyle ilgili yorumu şöyledir:
"Öldüler, çünkü bebekler, onlara bakanların coşkulu yüzleri, sevecen dokunuş ve sözleri olmadan yaşayamadılar". Günümüzde benzer deneyler yapmak olanaksız. Fakat bebeklerde, sosyal uyaran eksikliğine bağlı olarak gelişen ruhsal bozukluklarla, psikiyatri kliniklerinde karşılaşmak mümkün. Hospitalizm, kurum sendromu, anne yoksunluğu ve psikososyal cücelik gibi isimler verilen bu tür bozukluklara, bakımevlerinde kalan veya uzun süre hastanede yatan çocuklarda sık rastlandığı biliniyor.
Tecrit, "ötekine" açlıktır
Her insan yavrusu filogenetik olarak insan olma potansiyelini taşımakla birlikte, ancak öteki insanlarla ilişki içinde, bir başka deyişle sosyalleşerek insanlaşabilir. Sosyalleşmek, kendisi dışındakini (ötekini) tanımak ve onun tarafından tanınmayı arzulamaktır. Bir bebeğin ilk anlamlı gülüşünü, ilk sözcüğünü heyecan verici kılan da bizi tanımaya başlamasıdır. Tanımak ve tanınmak, ego'nun (ben) işlevidir. Doğuştan bildiğimiz bir kutsal dil olmadığı gibi, bebeğin ruhsal dünyasında "ben" diyebileceğimiz bir yapı da başlangıçta yoktur. Ben, dış dünyayla ilişki yoluyla kurulur. Bebeğin "ben"i, kendisine bakım verenin, çoğunlukla annesinin, ona yansıttıklarından oluşur. Anne; dokunuşları, ninni söyleyen sesi, memesi, sütünün tadı, yüzü, bakışı, dışarıdan gelen aşırı uyaranları, hatta sırtına vurarak gazını çıkarırken yaptığı gibi, bebeğin iç uyaranlarını bile denetleyebilmesi ile bebeğin kendisini nasıl hissettiğini belirler. Erken dönemde, bebek için "ben", bu hissedişler ve bunlara eşlik eden imgelerden ibarettir. Bebek, kendini büyük ölçüde, annenin yansıttığı kadarıyla, annesi üzerinden tanır. Bu dönemde ben ötekidir, öteki de ben. Belleğin gelişimiyle birlikte, bu imgeler organize olur ve artık daha düzenli bir öyküyü oluşturan anılar bütünü olarak anneden ayrı bir "ben" kurulur. Ancak ötekinin varlığında, onun yansıtmalarıyla kurulabilen bir yapı olarak "ben", sürekli kendini yeniden kurmak zorundadır. Bu nedenle kuruluşunda ve daha sonra dağılmamak için, sürekli ötekine ihtiyaç duyar. Bir başka deyişle insanlar, bebek veya erişkin, yalnızca bakım değil, bakılmak, bakışmak da isterler.
Bir mahkûm, hücreye kapatılmanın ne demek olduğunu şöyle anlatıyor; "...İnsanlar, ruh hallerini ve duygularını başka insanlarla birlikte yaşarlar; kendini insan olarak ifade edebilmen için, yanında bir insana ihtiyacın vardır. Tecritte insanın her ruh hali boşluğa akmaktadır, keyfin yerinde mi, üzüntülü müsün, kızgın mısın, bunlarla hiçbir yere varamazsın, yani bunları yaşayamazsın. Bu, yaşanan her şeyin senin içinde kalması anlamını taşımaktadır. Sen, senin içine hapsedilmişsin ve öyle kalacaksın". Yaşanan her şeyin içinde kalması
veya "öteki"nin yitirilmesi benlik için katlanılması çok zor bir durumdur. Çünkü ben'in kendini tanıdığı yer "öteki"dir. Keyfin yerinde mi, üzüntülü müsün, kızgın mısın, bu hallerin "öteki"nden yansıyıp sana geri dönünce gerçekten senindir. Yansıtan bir "öteki" yoksa, her ruh halin, yani ben'in, boşluğa akar. Bu nedenle öznenin en kırılgan bileşenidir beni. Sürekli parlak yüzeyler arar, yansımak, göze görünmek ister, anlatır, yapar, eder, yazar, çizer, bakmak, bakılmak ister. Tekrarlayan yansımalarla kurar kendini ve "öteki"nin yokluğunda boşlukta dağılmaya başlar. Sınırları keskinliğini yitirir, bulanıklaşır.
Her benin dayanma süresi, dağılma şiddeti farklıdır ancak her ben, "ötekini" yitirmekten etkilenir. Laboratuvar ortamında yapılan deneyler, duyusal yalıtım uygulanan kişilerde, algı sapmaları (halüsinasyon, illüzyon), düşünce bozuklukları (sanrı) ortaya çıktığını göstermiştir. Bir başka deyişle "ötekinin" yitirildiği yerde, yavaş yavaş "ben" de yiter. Geriye kalan, ben'in ardındaki, sırasız, zamansız, dağınık, imgeler yığını, yani bilinçdışıdır.
Grup tecriti
Tek kişilik bir hücrede tecrit, "ben"in hızla dağılmasına neden olurken, küçük grup halinde tecrit de daha yavaş ama benzer etkilere yol açar. Üç veya beş kişinin bir hücreye kapatılması küçük grup tecritidir. Küçük gruplar halinde kalınan koğuşlarda doyurucu bir kişilerarası etkileşim olanaklı değildir. Ünlü psikoterapist Irvin Yalom,
"Grup Psikoterapisi" adlı kitabında, kişilerarası etkileşimin doyurucu düzeyde olabilmesi için grubun en az 7-8 kişiden oluşması gerektiğini belirtmektedir. Yalom'a göre bir grupta üye sayısı, 3-4 kişi ise, grup dinamiği kolayca bozulur. Bu nedenle kitabında, 3-4 kişilik gruplarda verimli bir grup etkileşimi sağlamaya çalışmanın boşuna olduğunu vurgular. Uzun süre grup içinde bir arada yaşayan insanların, büyük grubun içinde kalan, ancak kendilerine belirli bir özerklik sağlayan alt gruplara gereksinim duydukları bilinmektedir. Grup üyelerinden iki veya daha fazlasının birbirleriyle olan ilişkilerinden, tüm grupla olana göre daha fazla doyum sağlamaları alt gruplaşma olgusunun temel nedenidir. Alt gruplar, kendilerini çeşitli yönlerden birbirlerine yakın bulan grup üyelerince oluşturulur. Alt gruplar, büyük grubun baskısına karşı dayanışma sağlamalarının yanı sıra, büyük grubun demokratikleşmesine de katkıda bulunurlar. Üye sayısı 3-5 arasında olan gruplarda alt grup oluşması, bazı grup üyelerinin, grup içi tecritine yol açabilir.
Sağlıklı bir alt gruplaşma ancak 10-15 kişilik daha kalabalık gruplarda olabilir.
Bilimsel açıdan, "F tipi cezaevi sağlığa zararlıdır" önermesi, "Sigara sağlığa zararlıdır" önermesi kadar doğrudur. Tecritin, ruhsal, bedensel etkileri göz önüne alındığında, bir veya üç kişilik hücrelerde tutulmanın, herhangi bir ceza değil, işkence olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Ayrıca yapılan çalışmalar, cezaevlerindeki intiharların büyük kısmının, özel cezaevlerinde, özellikle de hücrelerde gerçekleştiğini ortaya koymuştur.
Baroların önerdiği "üç kapı üç kilit" formülü, ölümleri durdurabilir.
F tipi cezaevleriyle ilgili olarak son bir yılda yaşanan ve her biri "Gece Yarısı Ekspresi"ni yaya bırakacak bunca olaydan sonra, devletin yapması gereken, F tipi cezaevlerinin insan sağlığına öldürücü zararlar verdiği gerçeğini kabul etmek ve bu cezaevlerini işkence aracı olmaktan çıkaracak düzenlemeleri yapmaktır. Ancak Adalet Bakanlığı'nın yayımladığı "Cezaevi
İdaresi El Kitabı"ndaki "Terörist haberleşmediği zaman sudan çıkmış balık gibi olur" hipotezini ispatlama inadı sürdürülürse, suyu ararken çırpınarak ölen seksen yedi kişiye yenilerinin eklenmesi kaçınılmaz olacaktır. Frederick II, 13. yüzyıldan, çağdaş "imparatorlara" sesleniyor, "Ben denedim, hepsi öldüler!"


Prof. Dr.CEM KAPTANOĞLU: Osmangazi Üniversitesi 03/02/2002 - Radikal İki

20 Aralık 2007 Perşembe

F tipi küreselleşme



F tipi, sadece mahpuslar için değil derece derece tüm insanlar için öngörülen bir sesizleştirme ve dahil etme projesinin pilot uygulamasıdır.

Neoliberal kuşatmanın, bir postmodern sessizleştirme aracı olarak, tecrit

Türkiye'de 20 cezaevine 19 Aralık 2000 tarihinde yapılan ve 30'un üzerinde insanın ölümü ile sonuçlanan müdahaleye "Hayata Dönüş Operasyonu" adı verilmesi trajik bir ironiden başka bir şey değildi.



Hatırlanacağı gibi, "Hayata Dönüş Operasyonu"nun amacı, F tipi cezaevlerine gitmemek için ölüm orucuna yatan mahpusların hayatını kurtarmak olarak açıklanmıştı. Operasyonla, mahpuslar F tipi cezaevlerine nakledilerek hücrelere yerleştirildiler ama ölümler artarak devam etti ve bugün itibariyle ölenlerin sayısı 121'i buldu. Hepsi genç, hayatının baharında 121 tabut var ortada.

Elbette 100'ün üzerinde insanın bu şekilde ölümü son derece trajik bir durumdur ama bu yazının konusu bu olmayacak. Bu yazı, F tipi cezaevlerindeki "tecrit" uygulamasından hareketle, post modern zamanlarda insanın, diğer insanlardan ve insan olma halinden nasıl "izole" edilerek nesneleştirildiği ile ilgilidir.

Sovyetlerin dağıldığı, dünyada özgürlük rüzgarlarının estiği yıllarda, TCK'nın 141, 142 ve 163. maddeleri, 12.04.1991 tarihinde 3713 Sayılı Yasa ile kaldırılırken, henüz bu yeni düzenlemelerin ne anlama geldiğini bilmediğimizden, birçoğumuz, ülkeye özgürlükler geldiği inancına kapılmıştık. 12 Eylül'ün baskıları öylesine ezip geçmişti ki, bu yapılanların 24 Ocak (1980) kararları ve yükselen birinci neoliberal dalga ile bir ilişkisinin olabileceğini aklımızdan bile geçirmemiştik. Oysa, özgürlükler(!) bir bütündü, gelince tam geliyordu.

Derviş-Türk yasaları

"Teşebbüs, inanç ve fikir hürriyeti" deniliyordu ama kısa süre içinde görüldü ki, Terörle Mücadele Yasası (TMY), baskı ve yasakları kaldırmıyor, sadece tanım ve biçimlerini değiştiriyordu. Daha sonra yapılan müdahalelerle tahkim edilerek daha da sofistike hale getirilen TMY ile, yeni bir yargılama usulü ve infaz rejimi geldi, "siyasi suç" ve "siyasi mahkûm" kavramları yerini "terör suçu" ve "terör nitelikli hükümlü" kavramlarına bıraktı. Görünürde "düşünce" suç olmaktan çıkarılıyordu, ama kaldırılan maddelerin yerini, bu yasanın 7. ve 8. maddeleri ve TCK'nın 159, 312 ve diğer maddeleri aldı, bu ülkede başbakan dahil pek çok insan, düşüncelerinden dolayı hüküm giymeye devam etti. Bu arada, Türkiye mahpushanelerinin prestijli mahpusları olan "siyasiler" de tarihe karıştı.

TMY'nın getirdiği yeni infaz sistemine göre, "terör suçu"ndan ceza alanlar, "yüksek güvenlikli cezaevleri"nde tek ve üç kişilik odalarda kalacaklardı. Öngörülen yüksek güvenlikli cezaevleri ancak 10 yılda hazır hale getirilebildi, dünya yeni bir milenyuma girmeye hazırlanırken biz, "F tipi cezaevleri" ve "tecrit"i tartışıyorduk. Anlamlı bir rastlantı olarak, ekonomik krizle cezaevleri krizi eşzamanlı gelmişti. Ne ilgisi var diye düşünenler olacak ama "çözümler" de eşzamanlı ve benzer şekilde oldu, TBMM, Kemal Derviş yasaları ile Hikmet Sami Türk yasalarını aynı tarihlerde çıkardı. Derviş yasaları malum, hani o 15 günde çıkmazsa Türkiye batar diye dayatılan 15 yasa, Türkiye'yi neo liberal dünya sistemine eklemleyen "yapısal" düzenlemeler. Derviş yasaları ile nasıl "bozuk, hantal, çağdışı ve işlemez" hale ge(tiri)len Türkiye ekonomisi dünya sistemine eklemlendiyse, Türk yasaları ile de, artık yönetilemeyen, ıslah etmesi şöyle dursun, suçlu/terörist üreten, Türk infaz sistemi küresel güvenlik konseptine uyduruldu. Buna göre F tipi cezaevlerinden başlayarak Türkiye cezaevlerindeki mahkûmlar tek ve üç kişilik "odalar"da tutulacaklar, spor alanları, kütüphane ve iş yurtlarından oluşan "ortak kullanım alanları"na ancak "treatment/iyileştirme" programlarını almayı kabul ettikleri takdirde çıkarılacaklardı.


Nesneleştirilmiş mahkûm

Hücreye kapatılarak tecrit edilme elbette ciddi bir durumdur, ama burada asıl üzerinde durulması gereken, hücreden çıkarılmanın maliyetidir. Hücreden çıkmaya karar verdiğiniz an, sadece "anormal, sorunlu, hasta, sakat, terörist" olmayı değil, bunlardan dolayı "ıslah/tedavi" edilmeyi de kabul etmiş oluyorsunuz. Hücrede iken özgürlükleriniz elinizden alınır, insanlarla temasınız yok, kimseyle konuşamıyorsunuz, dahası korkuyorsunuz, başınıza bir şey ge(tiri)lse sesinizi hiç kimseye duyuramayacaksınız. İşte tam da bu durumdayken "itiraf edin, teslim olun ve ortak kullanım alanlarına çıkın" diyorlar. F tipi cezaevleri, odaları/hücreleri ile bilinir ama buralarda esas olan ortak kullanım alanlarıdır. Mekân ve işleyiş olarak bütünüyle sizin normalleşmeniz ve yararlı bir mahkûm/yurttaş olmanız için düzenlenmiş olan ortak kullanım alanlarına çıktığınızda başka ve daha etkili/yıkıcı bir tecridin içine giriyorsunuz.

Doğru, diğer insanlarla biraradasınız, ne var ki, serbest değilsiniz, onlarla temasınız, yönetimin koyduğu kurallar çerçevesindedir, bu çerçeveden çıkarsanız derhal hücreye konulma tehdidi ile karşı karşıyasınız. Bu bir çıkmazdır, insanın insan olma halinden "izole" edilmesi, nesneleştirilmesidir.

Bu şekilde nesneleştirilen mahkûmlar, sadece sistem için tehlike olmaktan çıkmıyor, aynı zamanda ucuz işgücü haline de geliyorlar. Cezaevlerinde spor alanları, okuma odaları gibi ortak alanlar da mevcut ama esas olan iş yurtlarıdır. Binlerce metrekarelik alanlar ayrılan iş yurtlarının zaman içinde özelleştirilerek çokuluslu şirketlere devredileceği ve buralarda atölye ve fabrikaların kurulacağından hiç kimsenin kuşkusu olmasın.

Biraz hayalgücü ile tüm dünyanın yavaş yavaş F tipine dönüştürüldüğünü iddia edebiliriz. Bu anlamda F tipi, sadece mahpuslar için değil derece derece tüm insanlar için öngörülen bir sesizleştirme ve dahil etme projesinin pilot uygulamasıdır.

Küresel F tipi ise şöyle kuruluyor: Tarihin sonuna gelindi, insanoğlu için en doğru ve iyi olan bulundu. "Liberal demokrasi"nin en doğru ve en iyi olduğu, tek değerlendirici olan "kutsal bilim" tarafından ifade ediliyor. Liberal demokrasilerde, demokrasi, insan hakları, özgürlük gibi değerler de var ama tayin edici olan serbest piyasadır.

Demokrasi, insan hakları ve özgürlükleri istemek yeterli değildir, bunları, yanlarına toplum bilimci, ruh bilimci, siyaset bilimci,... adı ile bir sürü uzman toplayan egemenlerin anladığı gibi anlamalısınız. Bu da yetmez, en birinci uzmanlar olan iktisatçıların, düzenlediği piyasalara inanmalısınız. Serbest piyasa "Allah birdir" hükmündedir, serbest piyasa ile ilgili en küçük bir falsonuz sizin uğursuz şeytan ilan edilmeniz için yeterlidir. Artık her an, her yerde kurulmuş olan F tipi cezaevlerine alınabilir, hücreye konulabilirsiniz.

Evet, F tipleri her yere kuruldu; üniversitede, bürokraside, medyada, siyasi partilerde, sivil toplum örgütlerinde,... hatta evinizde bile F tipleri vardır. En önemlisi, F tipleri insanların kafalarında kuruldu, eğer tekfir edilmiş bir muhalifseniz tecrit edilmekten kurtulamazsınız; size bütün kapılar kapatılır, üzerinize kilit üstüne kilit vurulur. Tecritten çıkmanın tek yolu var, tövbe etmek, ancak o zaman ortak kullanım alanlarına girebilir, üniversiteye, bürokrasiye, medyaya, sivil topluma, hipermarkete,... dönebilirsiniz. Döndüğünüz anda da nesneleştirme süreci başlıyor, piyasanın dişlilerinden biri oluyorsunuz, artık sistemin yanlışlığını sorgulayacak, sizin olan bir aklınız yoktur. Zararsız hale getirilmişsinizdir ama bu yeterli değil, işleyen sisteme yararlı bir yurttaş olmalısınız. Bunun için de piyasa ile bir bağlantı kurmanız gerekir, size sunulan nimetleri(!) tatmalısınız. Örneğin, bankalara gidip 20 yıl vadeli konut ya da araç kredisi almalısınız.

Bu şekilde neo liberal mekanizmaya kalıcı bir şekilde demir atmış/dahil edilmiş oluyorsunuz. Artık isteseniz de muhalif olamazsınız, çünkü muhalefet kriz demektir, kriz ise batmanız anlamına geliyor. Bundan sonra ömrünüzü neoliberal mekanizmanın sağlığı ve selameti için dua etmekle geçireceksiniz.

İçeride ya da dışarıda olun F tipi mantığı değişmez; yönetimin/iktidarın/egemenlerin doğru bildiğini reddedenler "sorunlu/hasta" mahkûmlar/yurttaşlardır, bunların iyileştirilmeleri/ıslah edilmeleri gerekir. Modern zamanlardan kalma olan sürekli kapatılma ve tecritte mantık, "normaller"in korunmasıydı, şimdiki mantık "sorunlu" olanların iyileştirilip dahil edilmeleridir, o nedenle "kapatılma ve tecrit", sadece "treatment/iyileştirme"yi kabul ettirmenin aracıdır. Şimdilerde egemenler, maliyet ve kâra daha çok önem veriyor; sorunlu mahkûm/yurttaşları kısa sürede tecritten çıkararak sadece onları kapatmanın getirdiği maliyetten kurtulmuyorlar, sistemin içine alarak onlardan kâr etmenin yoluna bakıyorlar.

MEHMET BEKAROĞLU: Psikiyatri Uzm., Rize eski milletvekili
Radikal 12/03/2006

19 Aralık 2007 Çarşamba

Devlet, teröristle pazarlık etmez! - Yıldırım Türker


Devlet, teröristle pazarlık etmez!
Yıldırım Türker

Devlet, teröristle pazarlık etmez! Devlet, öldüremeyip beslemek zorunda kaldığı düşmanlarının asal ihtiyaçlarını karşılamak zorunda değildir. Devlet, uluslararası yasalara imza atarak varlığını meşru kılmakla yükümlüdür.

Devlet, bu yasaları ihlal ederken vatandaşının kendisine suç ortaklığı etmesini talep eder.

Devlet, bu suç ortaklığını reddeden vatandaşını vatan haini ilân etmek ve gereğini düşünmekle yükümlüdür.

Devletin dayattığı tasarruf paketinde kendisiyle suç ortaklığına yanaşmayan vatandaşları dolaşımdan çıkarmak da tavizsiz bir şart olarak bulunur.

Devlet, erkektir.

Devlete şefkat yakışmaz. Vicdana hiç aşina değildir.

Devlet, adalete hiç yüz vermeyen bir hukuk devleti olma iddiasındadır.

Devletin hukuk devleti olduğu yalanına devletin hiçbir katmanından hiç kimse inanmaz.

Devlet, ikide bir ekonomik olduğu ileri sürülen krizlerle sarsılır.

Devlet, bu krizlerden en kolay ezebileceği halk katmanlarını sorumlu tutar ve bütün krizleri onlara ödetir.

Devletin gözünde cezalandırmak, zulmetmektir.

Devletin bildiği, zulmederek öldürmektir.

Devlet, karşısında bir iradenin direnişini hissettiği an iyice vahşileşebilme hakkına sahiptir.

Devlet, tutuklusuna, uygun gördüğü her türden muamelede bulunmakta özgürdür.

Devlet, teröristle pazarlık etmez.

* * *

Devletin tanımını iyice bellemekte yarar var. Ölüm Bakanı, küstüm çiçeği Türk, devletinin onurunu, delikanlılığını koruyor hâlâ. Mahkûmlarla görüşme yapılması mümkün değildir, diyor. “Gebersinler” diyenlerle birlikte devletin başına çökmüş olan bu zarif beyefendi, sessizliğine, umursamazlığına tespih çeker gibi bir bir kurban ettiği insanlar hakkında neler hissediyor, bilmek mümkün değil. Bunu bilmenin, Türkiyeli olmanın dayattığı hiçbir çıkmazı çözmemize yararı olmayacak nasılsa. Sonuçta sahte olduğunu iddia ettiği ölüm orucunun her gün birkaç cana mal olur hale gelmesi tam da ekonomik tasarruf paketinin açıklanmasına denk düştü.

Devletin tanımını iyice bellemekte yarar var. Devrildikten hemen sonra dünya tarafından Filistin’in satışıyla görevlendirilen ebedi Cumhurbaşkanımızın aile fertleri birer birer sorgulanıyor. New York’un JFK Havaalanı’nda limuzininden indirilen şahıs uzun süre devletin kilit noktasındaydı. Olsun. Devlet, pişkindir. Burnundan kıl aldırmaz. Kimsenin itibarına halel gelmez.

Tasarruf tedbirleriyle büyük tenzilata tabi tutulan; işinden atılıp açlığa mahkûm bırakılan, ölümüne göz yumulan, insandan sayılmayanlar bu devletin itibarsız kurbanları olarak bir çırpıda unutulacaklar.

Bu yazı yazılırken ölüm orucunda hayatını kaybedenlerin sayısı 14’e çıkmıştı. Artık bir müdahalede bulunmanın zamanı geldiğine ikna olan TÜSİAD da sonunda sesini yükseltti: “Kamuoyunun ekonomik kriz konusunda odaklandığı bugünlerde ölüm oruçlarının sona erdirilmesi konusunda somut adımlar atmayan hükümetin ve konuyla ilgili merci olan Adalet Bakanlığı’nın kayıtsızlığının demokratik hukuk devletine uygun olmayan bir davranış olduğu görüşündeyiz.” dedi. Hükümetin yalnızca sorumluluklarının değil, vicdanının da gereğini yerine getirmesi gerektiğini bildiren sanayici ve işadamları hayli gecikmeli de olsa kendilerini aklamış oldu. Mevsim açılışına denk düşen ölümlerin turizmi zedeleyeceğinden kaygılanan, popülizme karşı Cherokee cipiyle arzı endam eyleyen genç Turizm Bakanı lafı onlar kadar dolandırmamıştı. Bu ¨lümlerin devletin ekonomik çıkarlarını kötü yönde etkileyeceği kaygısı belirdi çoktan. Muktedirler insan hayatından tenzilata gitmenin ‘uygar dünya’da pek kârlı bir önlem olmadığını anlamaya başladılar.

Devlet, bir yolunu bulacak. Ölümler arttıkça üstüne gelenler çoğaldı. Maalesef bu inatçı insanlar hayatlarını, insan muamelesi görme talepleri uğruna devletin başına çalmaya devam ediyor. Ölüm oruçlarında bir çözüme gitmek zorunda kalındıysa, bunun müsebbibi, açıkça söyleyelim ki, milletin vicdan duygusu, halkın insanlık ülküsünde ayak diremesi değildir.

Devlet, halkının vicdanını çoktan yiyip bitirmiş; baskı ve zulümle çoktan kendine suç ortağı etmiştir. Devletin gururla, birlik ve beraberlik çimentosuna daldırarak tuttuğu halk, birbirini yiyor. Tecavüz vakalarının bunca arttığı bir dönem yok, bu toprakların tarihinde. Genç kızlar töre cinayetlerine kurban gidiyor. Küçücük çocuklar kaçırılıp tecavüze uğradıktan sonra çuvallarla oraya buraya atılıyor. Bir çocuğun katledilmesinden milliyetçi bir ayaklanma çıkarabilen, yegâne güç gösterisi ‘oy vermeyeceğim’ olan halkın zaferi değil, kayıtsız Adalet ve Ölüm Bakanı’nın telaşlanması. Ticaret aksamasın telaşına düştü vatanın muktedir severleri. Yoksa hepimiz gayet iyi biliriz ki.....

Devlet, teröristle pazarlık etmez!

Radikal/22 Nisan ‘01

18 Aralık 2007 Salı

MİKADO’NUN ÇÖPLERİ


Tecrit, Tek Tip, Tretman ya da...
MİKADO’NUN ÇÖPLERİ


Shrek: “Biz diye bir şey yok. Bizim de yok. Sadece ben ve bataklığım var.”

Mikado’nun çöplerini bilir misiniz? Kibrit ya da kürdanlarla oynanan anlaması kolay, oynaması zor bir oyundur. Kürdanları önce yere saçar, tek tek toplarsınız tek bir şartla; saçılan kürdanlardan birini alırken diğerlerini kımıldatamazsınız... Hiçbir kürdan diğerine değmemeli, birbirini etkilememelidir. Sizin için en iyi hedef kuşkusuz diğerlerinden yalıtık olan kürdanlar olacaktır.
Biz de burada, neredeyse 4 yıldır “Mikado’nun Çöpleri” gibi tek tek “toplanmaya” çalışıyoruz.
Biri “toplanır”, sesi boşlukta yitirilmeye çalışılır; adı, benliği, teninin rengi, siyasal ve sosyal kimliği, fiziki ve ruhsal bütünlüğü yok edilirken diğeri onu duymasın istiyorlar. Birbirine değmeyen kürdanlar gibi...
Herbirimizin ahını diğerimiz duyduğumuz; inat, ısrar ve sabırla duymaya devam ettiğimiz için yeniden toplanıyor oyun. Yeniden savruluyoruz, hücre hücre ve sonra yeniden yeniden...
“Birbirine çok değiyor” diye yakılıyor kürdanlar, olmadı kısaltılmak isteniyor. 117 tabut omuzdan omuza dolaşıyor memleketin dört bir yanını. Kısaltılmak istenmiş, sakatlanmış yüzlercemiz önce sokaklara atılıyor ve sonra hiçbir şey olmamış gibi; bedenleri sakatlanmamış, ruhları örselenmemiş, geri dönülmez bir biçimde çocuklaştırılmamış... Evet, evet hiçbir şey olmamış gibi yeniden toplanmaya çalışılıyor, oyuna katmak için...
Mikado’nun Çöpleri gibi birbirine değmeden; birimiz diğerinin ahını duymadan, dinlemeden, kulak vermeden oynamak istiyorlar bizlerle. “Birey olmayı öğreneceksin burada!” diyorlar... “Birey” olacaksın!... Sonra yeniden, yeniden, yeniden...
“Birey” olacaksın ve dünayı kendi dışında bırakacaksın. Çünkü bu dört duvar yetmeyebilir buna... “Birey” olacaksın ve hücrede 3 kitaptan fazlasını bulunduramayacak, uluorta şarkı türkü çığıramayacak, kolundaki zincir kemiğe oturduğunda “Ah” etmeyecek ve hele hele sesli-sessiz, ayakta-oturarak, yiyerek-yemiyerek protestoya kalkışmayacaksın.
Kendi kıyafetinle dolaşmanın düşünü bile kuramayacaksın mesela. Zorla çalıştırmaya karşı koymayacaksın. Belki, doktor yüzü görmeyecek, belki kalp krizi geçirirken ağrı kesiciyle yatıştırılacak, belki yarı ölü vaziyetteyken bile ayakkabılarına kadar defalarca aranacaksın, ama infazına engel oluşturmasın diye “kendine iyi bakma yükümlülüğünü” asla unutmayacaksın.
Yedi gün, 24 saat aynı dört duvar paylaştığın arkadaşınla aynı fotoğraf karesinde görünemeyecek, aynı zarfa mektup koyamayacak; aynı düşü kuramayacaksın... “Birey” olacaksın!
Mahkeme yollarında, ring araçlarında ayakta durmayacaksın. Sesini arkadaşlarına duyurmaya çalışmaycak, yakınlarına el sallamayacaksın. Soğukta üşümeyecek, sıcakta terlemeyecek, Temmuz’un ortasında ringde 5 saat havasız kaldığın için düşüp bayılmayacaksın. Su içmeyeceksin çişinin gelmemesi için...
Çünkü “Birey” olacaksın ve bunu öğrenemediysen halen; jandarmanın copuyla, kara kışın soğuğuyla, kavurucu yazın sıcaklığıyla, havasızlıkla, susuzlukla, tuvaletsizlikle ve kasıklarına kadar üst aramasıyla “terbiye” edileceksin...
Dört yıl oluyor ki toplayıp toplayıp yeniden savuruyorlar bizi; tıpkı Mikado’nun Çöpleri gibi...
Ve şimdi sırada havalandırma boşluğuna tel örgü, ve şimdi jandarmalarla dolu kutu gibi ring araçlarına kamera, ve şimdi Yeni Ceza İnfaz Yasası; tek tip elbise, zorla çalıştırma, “katlanma” zorunluluğu... Konuşsan ceza, sussan ceza, şarkı söylesen ceza...
Her birimiz diğerinin ahını duymasın, kulak kabartıp ellerini ellerine uzatmasın diye; temas etmeden toplanabilsin, insanlığından “arınsın” duyarlılıkları törpüleyip. “İyileşsin”, ruhu süzülmüş posalar halinde “hayata döndürülsün”, “topluma kazandırılsın”, gelene geçene çelme takıp jurnal çekecek “iyi bir vatandaş” olsun diye...
Çöpler sıkıştırılıyor yine; oyun başlamak üzere...
Bağıra bağıra, göstere göstere gelirken Yeni Ceza İnfaz Yasası; sesimiz aynı korkunç karanlıkta, aynı sonsuz boşlukta ve geride aynı sancılı fısıltıyı bırakarak kaybolmadan önce birbirimize sımsıkı tutunmamız gerekiyor.
Çünkü, bu dalga üzerimizden geçip gittiğinde; bu dört tarafı düş kırıklıklarıyla çevrili ülkede kaybolan tüm fısıltılar son kez aynı şekilde yankılanacak:

“İnsanlar arasında yerim yok
Kimse beni görmüyor.
Konuşuyorum, ama duymuyorlar.
Geliyorum ama karşılamıyorlar.
Ateşin yanında benim için bir yer,
Sofrada benim için bir tabak
Uzanıp yatacağım bir döşek yok.
Ama hala bir adım var.
(...)
Bu adı
Ocak üzerine bir lanet olarak
Bırakıyorum ve bu utancı. Benim
İçin saklayın bunu. Artık adım
Olmaksızın ölümümü aramaya
Gideceğim”*

“Mikado’nun Çöpleri”ni bilir misiniz? ”Beni”, ”bizden” çekip alan bir tahakküm oyunudur. Çöpler yakında bir kez daha savrulacak.
Peki siz bir daha gözlerinizi kapayacak mısınız buna?

(*): Ursula K. LeGuin-Karanlığın Sol Eli

16 Aralık 2007 Pazar

Tecride Karşı Anarşist Direniş

19 Aralık nedir?
19 Aralık bir gündür; 18 Aralıktan sonra gelir, 20'dense önce... Bir yıldönümü... Takvimde bir yaprak... Muktedirlerin kan bayramı...
19 Aralık bir başlangıçtır; belki de bir son... Acıyı çağrıştıran bir kelime oyunu; ya da öfkeyi... Hepsi ya da hiçbiri...
19 Aralık 2000 tarihinden bu güne F Tiplerine karşı sürdürülen direnişte hayatını kaybeden 122 direnişçi, 600 sakat, intiharlar, ağır fiziki ve ruhsal tahribatlar da aynı sorunun cevabı olabilir. 19 Aralık, sistem içi hayatlarımıza dönmemiz ve cellâdımızı hayranlıkla takip etmemiz için sallanan sopadır.
Yirmi zindana yirmi bin asker, yirmi bin gaz bombası, yirmi bin dipçik, binlerce mermi çekirdeği, kırk bin postal, onlarca iş makinesi ve otuz iki ceset torbasıyla girişilen bir seferdir 19 Aralık. "Sahte Oruç Kanlı İftar" manşetiyle şakşaklanan bir dezenformasyon kampanyasıdır.
Bütün güler yüzlü ve şuh bakışlı liberal maskelerin çıkarılıp keskin dişlerin gösterildiği bir tören alayıdır.
Hayata Dönüş yaftasıyla piyasaya sürülen bir gözdağıdır. 19 Aralık devlettir.
19 Aralık, bir meydan okumadır.

Bildiriler, basın açıklamaları ve eylem çağrıları olayı şöyle duyurur:
19 Aralık 2000 tarihinde sabaha karşı dört sularında yaşanan vahşi katliamla birlikte, tecrit esaslı hapishaneler olan F Tipleri de açılmış oldu.
Ama bildirilerin ruhu yoktur. Basın açıklaması metinleri ve eylem çağrılarının da öyle. Kelimelerin canı acımaz. Öfke duymazlar onlar.

Sekiz metre karede, bir ömür boyu tek başına geçirilecek yirmi dört saatleri anlatabilecek bildiri yazılmadı henüz.
En yakınlarınızdan yasalarca belirlenmiş olanlarıyla, "haftada bir gün ve bir saatten fazla olmamak kaydıyla" ve cam bölmeler arkasında (o da telefon aparatıyla) görüşebilmeyi anlatabilecek bir metne rastladınız mı?..
Ya da yazın sıcağını ve kışın soğuğunu misliyle içerde tutan ring araçlarında, bileklerine oturan kelepçeyle muayene sırası bekleyen tutsağı nasıl anlatırsınız?
Ama içerde hayat böyle akar.
Dahası da vardır:
Türkü söylediğiniz için mektuplaşmanızın engellendiği bir şeydir tutsaklık. Üzeri bir kalıp yağla sıvalı yiyecek müsveddesini reddettiğiniz için, kitaplarınız ya da küçük el radyonuzdan olduğunuz bir şeydir. Arama adı altında taciz edilmekten hoşlanmadığınız ya da herhangi bir şeyi herhangi bir yöntemle protesto ettiğiniz için yakınlarınızla görüşmeniz engellenebilir. Sularınızın hiç akmıyor oluşu ya da paranız olmadığı için temizlik malzemesi alamamanız önemli değildir. “Genel Arama” adı altında talan edilen hücrenizi temiz tutmuyorsanız disiplin kuruluna sevk edilmeniz an meselesidir. Herhangi bir nedenle çatıdaki kiremit kafanıza düşerse hücre cezasıyla da karşılaşabilirsiniz: Ya da paranızla satın aldığınız el aynasının artık yasak olduğu söylendiğinde onu teslim etmeye yanaşmazsanız…
İstediğiniz şeyi değil, idarece uygun görüleni okumak, izlemek, dinlemek ve eylemek zorunda bırakılırsınız. Ve bunun adına “birey olmayı öğrenmek” denir.
Yirmi dört saatinizi aynı dört duvar arasında geçirdiğiniz arkadaşınızla aynı fotoğraf karesinde yer almak isterseniz birey olmayı da öğrenememişsiniz demektir.
Tutsaklık, demir kapı açıldığında sizi bekleyen şeyin ne olduğunu bilememektir. Jandarmanın copudur. Gardiyanın küfürü. Ve diğerlerinin sürgün kararları, idari yaptırımları, "darp ve cebir izine rastlanamamıştır" raporları, mütalaa ve hükümleridir...
Tutsaklık bir rapora, istihbarat dosyasına ve sicil numarasına indirgenmenizdir. "Haftada bir gün ve bir saati geçmemek kaydıyla" gelen ziyaretçinizin kolunun mühürlenmesidir: "TERÖR - GÖRÜLDÜ"
24 saatinizin denetim altında tutulması, her adımınızın gözlenmesi fakat varlığınızın görmezden gelinmesidir. İşte bu yüzden onlarla yalnızca yolunuz adliyeye, hastaneye ya da mezarlıklara düşerse karşılaşabilirsiniz. Ve ayakları hep çıplaktır!

Bildiriler, basın açıklamaları ve eylem çağrılarının ruhu yoktur. Meydan okumaları yanıtlamaz onlar.
19 Aralık, iktidarın sızdığı her delikte yanıtlanması gereken bir meydan okumadır.

ANARŞİST DİRENİŞLE YANITLANACAKTIR!

Zindanlar Yıkılsın Tutsaklara Özgürlük!
Birimiz Bile Özgür Değilsek Hepimiz Tutsağız!
Devletler var oldukça, zindanlar da var olacaktır!
Bütün Devletler Katildir!