F tipi sağlığa zararlıdır!
Roma İmparatoru Frederick II, bilim dünyasında, yaptığı acımasız deneyle tanınır.
Frederick, "Yeni doğan bebeklerle sosyal ilişki kurulmazsa, bebekler, ana dillerini değil, her insanın doğuştan bildiği, insanlığın ortak dilini konuşurlar" hipotezini sınamak için, yeni doğmuş birçok bebeği, annelerinden ayırıp bir kurumda tecrit etmiş ve bakıcılarının bebekleri yalnızca, beslemeleri, giydirmeleri ve yıkamalarına izin vermiştir. Başka hiçbir sosyal ilişkiye girmeyen bebeklerin tümü, varlığına inanılan tanrısal bir dili veya ana dillerini konuşamadan ölmüşlerdir. Bir gözlemcinin deneyle ilgili yorumu şöyledir:
"Öldüler, çünkü bebekler, onlara bakanların coşkulu yüzleri, sevecen dokunuş ve sözleri olmadan yaşayamadılar". Günümüzde benzer deneyler yapmak olanaksız. Fakat bebeklerde, sosyal uyaran eksikliğine bağlı olarak gelişen ruhsal bozukluklarla, psikiyatri kliniklerinde karşılaşmak mümkün. Hospitalizm, kurum sendromu, anne yoksunluğu ve psikososyal cücelik gibi isimler verilen bu tür bozukluklara, bakımevlerinde kalan veya uzun süre hastanede yatan çocuklarda sık rastlandığı biliniyor.
Tecrit, "ötekine" açlıktır
Her insan yavrusu filogenetik olarak insan olma potansiyelini taşımakla birlikte, ancak öteki insanlarla ilişki içinde, bir başka deyişle sosyalleşerek insanlaşabilir. Sosyalleşmek, kendisi dışındakini (ötekini) tanımak ve onun tarafından tanınmayı arzulamaktır. Bir bebeğin ilk anlamlı gülüşünü, ilk sözcüğünü heyecan verici kılan da bizi tanımaya başlamasıdır. Tanımak ve tanınmak, ego'nun (ben) işlevidir. Doğuştan bildiğimiz bir kutsal dil olmadığı gibi, bebeğin ruhsal dünyasında "ben" diyebileceğimiz bir yapı da başlangıçta yoktur. Ben, dış dünyayla ilişki yoluyla kurulur. Bebeğin "ben"i, kendisine bakım verenin, çoğunlukla annesinin, ona yansıttıklarından oluşur. Anne; dokunuşları, ninni söyleyen sesi, memesi, sütünün tadı, yüzü, bakışı, dışarıdan gelen aşırı uyaranları, hatta sırtına vurarak gazını çıkarırken yaptığı gibi, bebeğin iç uyaranlarını bile denetleyebilmesi ile bebeğin kendisini nasıl hissettiğini belirler. Erken dönemde, bebek için "ben", bu hissedişler ve bunlara eşlik eden imgelerden ibarettir. Bebek, kendini büyük ölçüde, annenin yansıttığı kadarıyla, annesi üzerinden tanır. Bu dönemde ben ötekidir, öteki de ben. Belleğin gelişimiyle birlikte, bu imgeler organize olur ve artık daha düzenli bir öyküyü oluşturan anılar bütünü olarak anneden ayrı bir "ben" kurulur. Ancak ötekinin varlığında, onun yansıtmalarıyla kurulabilen bir yapı olarak "ben", sürekli kendini yeniden kurmak zorundadır. Bu nedenle kuruluşunda ve daha sonra dağılmamak için, sürekli ötekine ihtiyaç duyar. Bir başka deyişle insanlar, bebek veya erişkin, yalnızca bakım değil, bakılmak, bakışmak da isterler.
Bir mahkûm, hücreye kapatılmanın ne demek olduğunu şöyle anlatıyor; "...İnsanlar, ruh hallerini ve duygularını başka insanlarla birlikte yaşarlar; kendini insan olarak ifade edebilmen için, yanında bir insana ihtiyacın vardır. Tecritte insanın her ruh hali boşluğa akmaktadır, keyfin yerinde mi, üzüntülü müsün, kızgın mısın, bunlarla hiçbir yere varamazsın, yani bunları yaşayamazsın. Bu, yaşanan her şeyin senin içinde kalması anlamını taşımaktadır. Sen, senin içine hapsedilmişsin ve öyle kalacaksın". Yaşanan her şeyin içinde kalması
veya "öteki"nin yitirilmesi benlik için katlanılması çok zor bir durumdur. Çünkü ben'in kendini tanıdığı yer "öteki"dir. Keyfin yerinde mi, üzüntülü müsün, kızgın mısın, bu hallerin "öteki"nden yansıyıp sana geri dönünce gerçekten senindir. Yansıtan bir "öteki" yoksa, her ruh halin, yani ben'in, boşluğa akar. Bu nedenle öznenin en kırılgan bileşenidir beni. Sürekli parlak yüzeyler arar, yansımak, göze görünmek ister, anlatır, yapar, eder, yazar, çizer, bakmak, bakılmak ister. Tekrarlayan yansımalarla kurar kendini ve "öteki"nin yokluğunda boşlukta dağılmaya başlar. Sınırları keskinliğini yitirir, bulanıklaşır.
Her benin dayanma süresi, dağılma şiddeti farklıdır ancak her ben, "ötekini" yitirmekten etkilenir. Laboratuvar ortamında yapılan deneyler, duyusal yalıtım uygulanan kişilerde, algı sapmaları (halüsinasyon, illüzyon), düşünce bozuklukları (sanrı) ortaya çıktığını göstermiştir. Bir başka deyişle "ötekinin" yitirildiği yerde, yavaş yavaş "ben" de yiter. Geriye kalan, ben'in ardındaki, sırasız, zamansız, dağınık, imgeler yığını, yani bilinçdışıdır.
Grup tecriti
Tek kişilik bir hücrede tecrit, "ben"in hızla dağılmasına neden olurken, küçük grup halinde tecrit de daha yavaş ama benzer etkilere yol açar. Üç veya beş kişinin bir hücreye kapatılması küçük grup tecritidir. Küçük gruplar halinde kalınan koğuşlarda doyurucu bir kişilerarası etkileşim olanaklı değildir. Ünlü psikoterapist Irvin Yalom,
"Grup Psikoterapisi" adlı kitabında, kişilerarası etkileşimin doyurucu düzeyde olabilmesi için grubun en az 7-8 kişiden oluşması gerektiğini belirtmektedir. Yalom'a göre bir grupta üye sayısı, 3-4 kişi ise, grup dinamiği kolayca bozulur. Bu nedenle kitabında, 3-4 kişilik gruplarda verimli bir grup etkileşimi sağlamaya çalışmanın boşuna olduğunu vurgular. Uzun süre grup içinde bir arada yaşayan insanların, büyük grubun içinde kalan, ancak kendilerine belirli bir özerklik sağlayan alt gruplara gereksinim duydukları bilinmektedir. Grup üyelerinden iki veya daha fazlasının birbirleriyle olan ilişkilerinden, tüm grupla olana göre daha fazla doyum sağlamaları alt gruplaşma olgusunun temel nedenidir. Alt gruplar, kendilerini çeşitli yönlerden birbirlerine yakın bulan grup üyelerince oluşturulur. Alt gruplar, büyük grubun baskısına karşı dayanışma sağlamalarının yanı sıra, büyük grubun demokratikleşmesine de katkıda bulunurlar. Üye sayısı 3-5 arasında olan gruplarda alt grup oluşması, bazı grup üyelerinin, grup içi tecritine yol açabilir.
Sağlıklı bir alt gruplaşma ancak 10-15 kişilik daha kalabalık gruplarda olabilir.
Bilimsel açıdan, "F tipi cezaevi sağlığa zararlıdır" önermesi, "Sigara sağlığa zararlıdır" önermesi kadar doğrudur. Tecritin, ruhsal, bedensel etkileri göz önüne alındığında, bir veya üç kişilik hücrelerde tutulmanın, herhangi bir ceza değil, işkence olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Ayrıca yapılan çalışmalar, cezaevlerindeki intiharların büyük kısmının, özel cezaevlerinde, özellikle de hücrelerde gerçekleştiğini ortaya koymuştur.
Baroların önerdiği "üç kapı üç kilit" formülü, ölümleri durdurabilir.
F tipi cezaevleriyle ilgili olarak son bir yılda yaşanan ve her biri "Gece Yarısı Ekspresi"ni yaya bırakacak bunca olaydan sonra, devletin yapması gereken, F tipi cezaevlerinin insan sağlığına öldürücü zararlar verdiği gerçeğini kabul etmek ve bu cezaevlerini işkence aracı olmaktan çıkaracak düzenlemeleri yapmaktır. Ancak Adalet Bakanlığı'nın yayımladığı "Cezaevi
İdaresi El Kitabı"ndaki "Terörist haberleşmediği zaman sudan çıkmış balık gibi olur" hipotezini ispatlama inadı sürdürülürse, suyu ararken çırpınarak ölen seksen yedi kişiye yenilerinin eklenmesi kaçınılmaz olacaktır. Frederick II, 13. yüzyıldan, çağdaş "imparatorlara" sesleniyor, "Ben denedim, hepsi öldüler!"
Prof. Dr.CEM KAPTANOĞLU: Osmangazi Üniversitesi 03/02/2002 - Radikal İki
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder